E-ISSN: 2822-6771
Volume : 10 Issue : 2 Year : 2024
Quick Search



COMPREHENSIVE MEDICINE - : 10 (2)
Volume: 10  Issue: 2 - 2018
RESEARCH ARTICLE
1.The impact of sperm parameters on the pregnancy rates in IUI cycles
Gülten Karabay, Gonca Yetkin Yıldırım
doi: 10.5222/iksst.2018.041  Pages 41 - 44
GİRİŞ ve AMAÇ: Intrauterin inseminasyon(IUI) dünyada en yaygın üreme tekniklerinden biri iken, gebelik başarısında değişik semen karakteristiklerinin göreceli etkisi hala tartışmalıdır.Bu çalışma hazırlama sonrası sperm parametrelerinin IUI sonuçlarına etkisini tayin etmeyi amaçlamaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2008-Mart 2013 tarihleri arasında Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi,Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği İnfertilite Ünitesi’nde 283 infertil hastaya uygulanan 582 intrauterin inseminasyon siklusunu içeren bir çalışmadır.
IUI sikluslarını TPMSS’na göre < 10milyon ve ≥10 milyon olarak iki gruba ayırıp hızlı doğrusal progresif hareketli sperm sayısı ile klinik gebelik oranlarını karşılaştırdık.Daha sonra IUI sikluslarını Kruger strict kriterlerine göre değerlendirilen normal morfoloji <%4 ve ≥%4 olarak iki gruba ayırıp morfoloji ile klinik gebelik oranlarını karşılaştırdık. Ayrıca çalışmamızda hastaların infertilite süresi,infertilite tipi, tedavi siklus sayısı, yaş gibi prognostik değişkenlerle gebelik oranlarını karşılaştırdık.

BULGULAR: TPMSS <10 milyon ve ≥10 milyon grupları arasında ve morfoloji <%4 ve ≥%4 grupları arasında klinik gebelik oranları açısından istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı. Ayrıca hastaların infertilite süresi, tedavi siklus sayısı, total motil sperm sayısı ve sperm morfolojisi gibi değişkenlerinin hiçbirisinin gebeliği öngöremediği belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: IUI sikluslarındaki klinik gebelik oranları morfoloji ve/veya TPMSS ile korelasyon göstermemektedir.Ayrıca diğer hiçbir değişken de tek başına gebeliği öngörememektedir
INTRODUCTION: Although intrauterin inseminasyon (IUI) is one of the most common treatment methods in infertility, the relative influence of various semen characteristics on the likelihood of a successful outcome is controversial. The aim of our study was to assess the results of IUI as a function of semen characteristics.
METHODS: This study is a workshop comprising 582 intrauterine insemination cycles which has applied to 283 infertile patients between January 2008 and March 2013, in Kanuni Sultan Suleyman Hospital, Infertility Unit. We, firstly compared the clinical pregnancy rates according to processed total progressive motile sperm count (TPMSC), by classifying IUI cycles into two groups as <10 million and ≥10 million according to TPMSC. And then, we compared the clinical pregnancy rates according to morphology, by classifying IUI cycles into two groups as with normal morphology <4% and ≥4% according to Kruger’s strict criteria.
RESULTS: There was no statistical significant difference in the clinical pregnancy rates nor in group which was classified as <10 million and ≥10 million according to TPMSC neither in group which was classsified as normal morphology <4% and ≥4%. None of the variables such as total progressive sperm motility and morphology, duration of infertility, number of treatment cycles are unable to predict the pregnancy chance.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The clinical pregnancy rates in IUI cycles were not correlated not only with morphology itself but also with TPMSC only. And the chance of pregnancy prediction alone can not provide any other variable.

2.Perioperative anaphylaxis
Derya Ünal
doi: 10.5222/iksst.2018.045  Pages 45 - 51
Perioperatif anafilaksi, operasyon sırasında meydana gelen hayati tehlike oluşturan sistemik allerjik reaksiyondur. Nadir görülmesine rağmen çoğunlukla ciddi seyretmektedir. Perioperatif anafilaksi sebepleri nöromüsküler bloke edici ajanlar (NMBA), antibiyotikler, lateks, hipnotik indüksiyon ajanları (başta barbitüratlar), klorheksidin, opioidler ve kolloidlerdir. Perioperatif anafilaksi için risk faktörleri arasında kadın cinsiyeti (belirli ilaçlar için), mast hücre bozuklukları, diğer alerjik durumlar (astım, egzema veya saman nezlesi gibi), çoklu ameliyat öyküsü (Özellikle lateks ve etilen oksit için) ilaç allerjisi ve atopi vardır.
Akut astım atağı, aspirasyon, endotrakeal tüp malpozisyonu, malign hipertemi, pulmoner ödem, pulmoner tromboemboli, tansiyon pnömotoraks, transfüzyona bağlı akut akciğer hasarı, aritmiler, kardiyak tamponad, kardiyojenik şok, kanama, hiperkalemi kliniği perioperatif anafilaksinin ayırt edici tanılarını oluşturmaktadır.
Perioperative anaphylaxis is a life-threatening systemic allergic reaction that occurs during the operation. Although rarely, it is mostly serious. The causes of perioperative anaphylaxis are neuromuscular blocking agents (NMBA), antibiotics, latex, hypnotic induction agents (mainly barbiturates), chlorhexidine, opioids and colloids. Risk factors for perioperative anaphylaxis include as follows: female gender (for certain drugs), mast cell disorders, other allergic conditions (such as asthma, eczema or allergic rhinitis), multiple surgical history (especially for latex and ethylene oxide) drug allergy and atopy.
Acute asthma attack, aspiration, endotracheal tube malposition, malignant hyperthermia, pulmonary edema, pulmonary thromboembolism, tension pneumothorax, transfusion dependent acute lung injury, arrhythmias, cardiac tamponade, cardiogenic shock, hemorrhage, hyperkalaemia clinic are also the involved in differential diagnosis of perioperative anaphylaxis.

3.Relationship between Amniotic Fluid Lactate Concentration and Onset of Spontaneous Labour in Cases of Preterm Premature Rupture of Membranes
Elçin Üzmez Telli, Aslı Deniz Ceyhan Özdemir, Gökhan Yıldırım, Ali Gedikbaşı
doi: 10.5222/iksst.2018.052  Pages 52 - 58
GİRİŞ ve AMAÇ: Preterm erken membran rüptürü (PEMR) vakalarında amnion sıvısı laktat konsantrasyonunun, kendiliğinden doğum eylemi üzerine öngörüsü araştırılarak; böylesi vakalarda maternal ve fetal yaklaşım standardı açısından bilgi sağlanması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma prospektif gözlemsel bir çalışma olarak dizayn edilmiştir. 24-34 gebelik haftaları arası aktif su gelişi olan PEMR vakaları steril spekulum muayenesi sırasında elde edilen amnion sıvı laktat düzeyi açısından test edildi ve lojistik regresyon analizi kullanılarak amnion mayii laktat düzeyi ile olguların 48 saat ve 7 gün içinde kendiliğinden doğum eylemine girme açısından en iyi kesme değerleri belirlendi.
BULGULAR: Vakaların ortalama yaşı 26.40 ±6.14 yaş idi. Muayene sırasındaki ortalama gebelik yaşı 31.18 ±2.57 hafta, doğuma kadar geçen ortalama süreyse (ortalama±standart error mean) 9.89± 1.45 (%95 GA: 6.91 – 12.86) gün idi. Doğum eyleminin 48 saat ve 7 gün içinde başlamasını öngörmede en iyi kesme değeri 7 mmol/l ve 8.1 mmol/l idi (duyarlılık %92.3; özgüllük %36.6; pozitif LR 1.46; negatif LR 0.21, duyarlılık %68.1; özgüllük %57.7; pozitif LR 1.61; negatif LR 0.55, sırasıyla), fakat eğrilerin altında kalan alanlar anlamlı değildi (AUC= 0.56, %95 GA 0.44 – 0.67; p= 0.380, AUC= 0.59, %95 GA 0.47 – 0.70; p= 0.196, sırasıyla).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada PEMR olgularında hastaların 48 saat ve 7 gün içinde kendiliğinden doğum eylemine girmesi için en iyi kesme değerleri saptanmış, fakat bu değerler için gruplar arasında laktat açısından istatistiki anlamlı fark saptanmamıştır.Aktif su gelişi saptanan PEMR olgularında amnion sıvısı laktat düzeyinin kendiliğinden doğum eylemine girme üzerine öngörüsünü saptamada büyük çaplı, randomize, kontrollü çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: To evaluate the predictive value of amniotic fluid lactate concentration on onset of spontaneous labour among preterm premature rupture of membranes (PPROM) cases and to get information about these cases in means of maternal and foetal perspective standardisation.
METHODS: This study was designed as a prospective observational study. PPROM cases between 24-34 gestational weeks underwent sterile speculum examination whereby amniotic fluid was obtained and tested for lactate level and best cut-off amniotic fluid lactate values to predict onset of spontaneous labour within 48 hours and 7 days were determined.
RESULTS: Mean age of the cases was 26.40 ±6.14 years. Mean gestational age during examination was 31.18 ±2.57 weeks and mean time until birth was 9.89 ± 1.45 (mean ± standart error mean) (95% CI: 6.91 – 12.86) days. The best cut-off value to predict the onset of spontaneous labour within 48 hours and 7 days was 7 mmol/l and 8.1 mmol/l (sensitivity 92.3%; specificity 36.6%; positive LR 1.46; negative LR 0.21, sensitivity 68.1%; specifivity 57.7%; positive LR 1.61; negative LR 0.55,respectively), but areas under curve were not statistically significant (AUC= 0.56%, 95% CI 0.44 – 0.67; p= 0.380, AUC= 0.59, 95% CI 0.47 – 0.70; p= 0.196, respectively).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The best cut-off values were determined for spontaneous onset of labour within 48 hours or 7 days among PPROM cases, but there was not a statistically significance between groups in means of lactate. Extended, randomized, controlled studies are necessary to determine the predictive value of amniotic fluid lactate concentration on onset of spontaneous labour.

4.Left ventricular volume and function outcomes among young patients with β Thalassemia Major
Helen Bornaun, Kazım Öztarhan, Erkan Erfidan, Osen Arı
doi: 10.5222/iksst.2018.49368  Pages 59 - 64
GİRİŞ ve AMAÇ: Talasemi majorlu hastalarda uzun süreli transfüzyon tedavisi, ekstravazal hemoliz ve demirin artmış intestinal absorbsiyonu aşırı demir yüküne yol açar. Bunun sonucunda birçok organda, özellikle kalpte hemosideroz gelişir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemizde izlenen, ortalama yaş grubu 13 ± 7 yaş grubundaki tümü şelatör tedavi almış olan 85 hastamızda ekokardiyografi ile kalbin sistolik ve diyastolik fonksiyonları ve MR T2* ile kardiyak fonksiyonlar değerlendirildi.
BULGULAR: Ferritin değerlerine göre ( ferritinin 2500 altındaki ve üstündekiler), kardiyak MR T2* ( 20’nin altı ve üstündekiler) değerlerine göre gruplandırıldığında kardiyak fonksiyonlarda ( sistolik ve diyastolik ) anlamlı bir farklılık saptanılmadı. Talasemili hastalar ile kontrol grubu karşılaştırıldığında doku Doppler ile sol ventrikül diyastolik fonksiyonlarında azalma ve sol ventrikül kas kitle (LV mass) endeksinde anlamlı artış saptanmıştır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda talasemili hastalarda kardiyak geometrinin bozulduğu ve doku Doppler incelemede sağ ve sol diyastolik fonksiyonların azaldığı saptanmıştır.
INTRODUCTION: Long term blood transfusion therapy in patients with thalassemia major causes extravascular hemolysis and excessive storage of iron caused by increased intestinal absorbtion. Therefore hemosiderosis may develop in several organs especially in the heart.
METHODS: Eighty-five patients with thalassemia major who used chelation therapy and eighty-five healthy children were included in this study.
RESULTS: The mean age of the study and control groups were 13±7. Cardiac systolic and diastolic functions were evaluated with ecocardiography and MR T2* index. The study group was clasiffied into two subgroups according to serum ferritin levels (ferritin>2500, ferritin<2500) and there was no significant difference between the cardiac fucntions. We also classified the study group into two subgroups according to their MR T2* index ( T2*>20, T2*<20) and no significant difference was found between these subgroups. When we evaluate the doppler ecocardipographic findings of study and control groups we found lower diastolic functions and increased LV mass index in patients with thalassemia major.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result patients with Thalassemia Major should be evaluated by QTc dispersion measures and ventricular functions and geometrical assessments by tissue doppler imaging in routine policlinic controls.

5.Comparison of Frozen and Final Histopathology Results in Endometrial Hyperplasia: Seven-Year Experience of a Tertiary Center
Taner Günay, Oğuz Devrim Yardımcı, Mehmet Baki Şentürk, Mesut Polat, Kadir Güzin
doi: 10.5222/iksst.2018.18189  Pages 65 - 69
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu retrospektif çalışmada endometriyal hiperplazi tanısı ile opere olan hastalardaki endometrial kanser sıklığının belirlenmesi ayrıca preoperatif tanı ile frozen incelemesi ve nihai patoloji sonucu arasındaki uyumun değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Elektronik ortamda arşiv taraması yapılarak Ocak 2010 ile Ocak 2017 arasında endometriyal hiperplazi (atipili veya atipisiz) tanısı ile hastanemizde opere olmuş hastaların muayene bulguları, ameliyat notları ve tüm patoloji sonuçları retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik ve klinik özellikleri (yaş, menopoz durumu, parite, VKİ, diyabet, hipertansiyon, sigara kullanımı) ile uygulanan cerrahi prosedür ve patoloji sonuçları kaydedildi.
BULGULAR: Kayıtlarına ulaşılan cerrahi olarak tedavi edilmiş toplam 195 endometriyal hiperplazi tanılı hasta çalışmaya alındı. Hastaların 112’sinde atipili hiperplazi 83’ünde ise atipisiz hiperplazi mevcuttu. Atipili hiperplazi olgularında histerektomi materyalinin intraoperatif frozen sonucu 38(%33.9) hastada malign,74(%66.1) hastada benign olarak rapor edildi. Atipili hiperplazi grubunda frozen sonucu malign gelen 38 hastanın 36(%94.7)’sında parafin incelemesi malign olarak rapor edilirken 2(%5.3) hastanın sonucu benign geldi. Yine atipili grupta frozen sonucu benign gelen 74 hastanın 69(%93.2)’ında nihai patoloji sonucu benign gelirken 5(%6.8) hastada sonuç endometrial kanser olarak rapor edildi. Frozen incelemesi yapılan 112 atipili hiperplazi hastanın parafin kesitleri sonucu ile karşılaştırıldığında frozen değerlendirmenin duyarlılılığı, özgüllüğü, pozitif prediktif değeri ve negatif prediktif değeri sırasıyla %87.8, %97.1, %94.7 ve %93.2 bulundu. Atipisiz hiperplazi grubunda frozen yapılmayan 75 hastanın 73(%93.7)’ünde parafin incelemesi benign iken 2(%2.7) hastada endometriyal karsinom tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Atipili endometriyal hiperplazi olgularında eş zamanlı olarak endometriyal kanser görülme sıklığı yüksektir. Bu hastalardaki intraoperatif frozen değerlendirme, uygulanacak cerrahi prosedürü belirleme açısından kritik öneme sahip olup rutin olarak tüm hastalarda yapılmalıdır.
INTRODUCTION: We aimed in this study to detect the accordance among endometrial biopsy, frozen analysis and final histopathologic diagnosis in patients operated for endometrial hyperplasia in endometrial biopsy.
METHODS: We performed a retrospective study at a tertiary hospital between January 2010 and January 2017. The medical histories, demographic and clinical characteristics, surgery records and pathologic results were obtained via database of the hospital.
RESULTS: 112 and 83 of total 195 patients operated for a diagnosis of endometrial hyperplasia in biopsy were diagnosed as atypical hyperplasia and hyperplasia without atypia in final histopathology, respectively. 38 patients had malignant and 74 had benign frozen sections. The malignant diagnoses had been confirmed in final histopathology for 6 (94.7%) of 38 patients who had malignant frozen analysis. Two (5.3%) of 38 had benign final histopathologic results. The final histopathologic result of 69 (%93.2) of 74 patients with benign frozen results had been reported as benign and 5 (6.8%) as endometrium adenocarcinoma. Compared with the final histopathology, sensitivity, specifity, positive and negative predictive values for frozen were 87.7%, %97.1, 94.7% and 93.2%, respectively. For 75 patients with hyperplasia without atypia for whom a frozen section not performed the final histopathology were resulted for 73 patients (93.7%) as benign and for 2 (2.7%) as carcinoma.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The prevalance of coexisting endometrial adenocarcinoma is high in patients with preoperative diagnosis of atypical endometrial hyperplasia. The frozen section analysis in those patients has a critical role in choice of surgical approach and should be done in all.

6.Effect Of Oral Isosorbide Mononitrate Therapy On Proteinuria In Patients With Nephrotic Syndrome
Ali Bakan, Özge Telci Çaklılı, Sabahat Alışır Ecder, Gülşah Şaşak Kuzgun, Kübra Aydın Bahat, Ömer Celal Elçioğlu, Ali Rıza Odabaş
doi: 10.5222/iksst.2018.37880  Pages 70 - 74
GİRİŞ ve AMAÇ: Proteinüri, böbrek yetersizliğinin progresyonunda en önemli nedenlerinden biridir. Anjiyotensin converting enzim inhibitörleri (ACEI) ve anjiyotensin reseptör blokerlerinin (ARB) proteinüriyi azalttığı birçok çalışmada gösterilmiştir, fakat bazı hastalarda yeterli etkinlikleri yoktur. Oral nitratlar glomerüler vazodilatasyon ile intraglomeruler basıncı düşürerek proteinüriyi azaltabilirler. Bu çalışmada oral izosorbid mononitratın (IMN) nefrotik sendromlu hastalardaki proteinüri üzerine olan etkisi araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Nefrotik sendromlu (proteinuri > 1 g/gün), en az 6 aydır ACEI veya ARB kullanan, semptomatik iskemik kalp hastalığı nedeni ile daha önceden IMN tedavisi başlanmış olan 36 hasta çalışmaya alındı.
BULGULAR: Tüm hastalar birlikte değerlendirildiğinde IMN tedavisi sonrasında proteinüride anlamlı düşüş gözlendi (p= 0.02). Proteinüriyi azaltmada IMN tedavisi ACE ve ARByi kombine kullanan hastalarda etkiliyken (p=0.01), yalnız ACE veya yalnız ARB kullanan hastalarda etkili değild,( p= 0.15). IMN aynı zamanda diyabetik hastalar da etkiliyken ( p=0.02), tam tersine diyabetik olmayanlarda etkili değildi (p=0.33). Kalsiyum kanal blokeri kullanan hastalarda IMN etkisizdi.(p=0.96) Proteinürideki azalma, bazal proteinüri seviyesi ile ilişkili saptandı. ( p<0.001)
Çoğunlukla genç hastalar IMN tedavisine cevap vardı ( p=0.01). lojistik regresyon analizine, yaş, bazal proteinüri, ACEI, ARB,CCB kullananlar, diyabet varlığı bağımsız değişkenler olarak dahil edildi. Sadece yaş ve ACE kullanımı anlamlı parametrelerdi.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Oral nitrat kullanımı nefrotik sendromlu hastalarda proteinüriyi azaltmak için etkili olabilir. Bu etki ACE ve ARB’yi birlikte kullanan ve genç diyabetiklerde daha belirgindi.
INTRODUCTION: Proteinuria is well-known to be a marker and causitive factor for progressive renal damage. Angiotensin converting enzyme inhibitors (ACEI) and angiotensin receptor blockers (ARB) are shown to reduce proteinuria however in some patients, these drugs are not adequately effective. Oral nitrates may reduce proteinuria by the way of glomerular vasodilatation. We aimed to investigate the possible effects of oral isosorbide mononitrate (IMN) on proteinuria in patients with nephritic syndrome.
METHODS: A total of 36 patients with nephrotic syndrome (proteinuria > 1 g/day) requiring oral IMN for symptomatic ischemic heart disease were enrolled.
RESULTS: proteinuria was significantly decreased with the initiation of IMN ( p= 0.02). In patients on combined ACEI and ARB treatment, IMN was effective in reducing proteinuria(p=0.01) however it was not effective in patients on single agent therapy as ACEI or ARB; ( p= 0.15). IMN was also efficient in diabetic patients,( p=0.02) and conversely not effective in non-diabetic patients, (p=0.33). Patients on calcium channel blockers (CCB), IMN was ineffective ( p=0.96). Decrease in proteinuria was associated with baseline proteinuria ( p<0.001). Patients who responded to IMN therapy were significantly younger ( p=0.01). In logistic regression analysis for predicting the efficiency of IMN, age, baseline proteinuria, ACEI, ARB, CCB use, presence of diabetes were included as independent variables. Only age and ACEI use retained as the significant factors.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Oral nitrates may be effective for reducing proteinuria in patients with nephrotic syndrome. This favorable effect seemed to be more prominent in younger, diabetic patients using both ACEI and ARB.

7.Neonatal Outcomes of Epileptic Mothers’ Infants in the Tertiary Level Of Neonatal Intensive Care Unit: Results from Single Center
Dilek Kahvecioğlu, Hatice Tatar Aksoy, Selda Keskin Güler, Arzu Yılmaz, Şule Çalışkan, Bülent Alioğlu
doi: 10.5222/iksst.2018.08760  Pages 75 - 80
GİRİŞ ve AMAÇ: Gebelikte epilepsi, yüksek riskli gebelik nedenleri arasında değerlendirilmekte olup, epilepsi tanılı anne bebeklerinde düşük APGAR skoru, prematürite, düşük doğum ağırlığı, konjenital malformasyon sıklığında artış, solunum yetmezliği, işitme testlerinde bozukluk, ileri dönemde mental fonksiyonlarda gerilik bildirilmiştir. Bu çalışmada kliniğimizde yatarak izlenen epilepsi tanılı annelerin bebeklerinin demografik özellikleri, klinik takip ve yatış nedenleri ve annelerin demografik özelliklerinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde yatarak izlenen 21 epilepsi tanılı anne bebeği retrospektif olarak çalışmaya alındı.
BULGULAR: Hastaların en sık hastaneye yatış nedenlerinin solunum sıkıntısı ve beslenme intoleransı olduğu saptandı. Annelerin gebelikte en sık kullanığı antiepileptik ilaçların lamotrigin ve karbamazepin olduğu görüldü. Hastaların ortalama 5 gün süreyle hastanede yattıkları saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Epilepsi tanılı annelerin çoğunluğunun sağlıklı bir gebelik geçirdiği ve sonrasında sağlıklı bebekleri olduğu düşünülse de; çalışmamız da göstermiştir ki bu annelerin bebeklerinde bazı sorunlar görülebilmektedir. Bu nedenle bu gebelerin, prekonsepsiyonel dönemden başlayarak postpartum döneme kadar yakından izlenmeleri gerekmektedir.
INTRODUCTION: Epilepsy during pregnancy is recognised as a high-risk condition. Low APGAR score, prematurity, low birth weight, increased incidence of congenital malformation, respiratory failure, impaired hearing function and delayed mental function in infants of epileptic mothers have been reported. In this study, we aimed to investigate the demographic features, clinical follow up the infants of epileptic mothers who were followed up in our clinic and demographic characteristics of their mothers.
METHODS: Twenty-one infant of epileptic mothers who were followed-up in our clinic retrospectively included into the study
RESULTS: Twenty-one infant of epileptic mothers who were followed-up in our clinic retrospectively included into the study. Respiratory distress and nutritional intolerance were the most frequent causes of hospitalization. The most commonly used antiepileptic drugs in pregnancy were lamotrigine and carbamazepine.
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, epilepsy has shown that most of mothers have healthy pregnancies and healthy babies, but we also detected some problems in these babies. For this reason, these pregnancies need to be monitored closely from the preconceptional period to postpartum period.

8.The Demographic and Clinical Characteristics of The Patients Treated For Type 1 Retinopathy of Prematurity in a Referral center in Turkey
Hatice Bilge Araz erşan, Dilara Pirhan, Sultan Kavuncuoğlu, Nihat Sayın, Sadık Etka Bayramoğlu, Merih Çetinkaya
doi: 10.5222/iksst.2018.14622  Pages 81 - 86
GİRİŞ ve AMAÇ: Tip 1 prematüre retinopatisi (ROP) tanısıyla tedavi edilen hastaların demografik ve klinik özelliklerini ortaya koymak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Göz Hastalıkları Kliniği’nde Haziran 2012 ve Mart 2014 tarihleri arasında tedavi gören ve en az 6 ay takip edilen, 89 preterm bebeği dosyaları retrospektif olarak tarandı. Hastalar yatan hastalar ve sevk edilen hastalar olmak üzere iki gruba ayrıldılar.
BULGULAR: Tedavi edilen hastaların 17’si yatan, 72’si sevk edilen hastalardı. Yatan hastaların ortalama gestasyonel yaşı (GY) ve doğum ağırlığı (DA) sevk edilen hastalara göre anlamlı olarak düşüktü (P = 0.09 ve P = 0.024, sırasıyla). Zon 1 ROP’u saptanan yatan hastaların ortalama GY ve DA sevk edilen hastalara göre anlamlı olarak düşüktü (P = 0.014 ve P = 0.048, sırasıyla). Yatan hastalar ve sevk edilen hastalar arasında tedavi anındaki postmenstrüel yaş veya kronolojik yaş açısından anlamlı fark yoktu (P > 0.05). Hiçbir hastada retina dekolmanı gözlenmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Zamanında uygulanan tedavi yöntemleri şiddetli ROP’un gerilemesinde etkilidir. Sevk edilen hastaların DA ve GY’nın yatan hastalara göre daha yüksek olması yenidoğan yoğunbakım ünitelerinin tedavi sonuçlarının farklı olabileceğini düşündürmektedir.
INTRODUCTION: To present the demographic and clinical characteristics of patients who were treated for type 1 retinopathy of prematurity (ROP).

METHODS: The medical records of 89 premature infants who were treated in the ophthalmology department of Kanuni Sultan Suleyman Education and Research Hospital between June 2012 and March 2014 and completed a 6-month-follow-up period were evaluated retrospectively. The patients were divided into two groups: inpatient and referred.

RESULTS: Seventeen infants were inpatient, and 72 infants were referred. The mean gestational age (GA) and birth weight (BW) of the inpatients were significantly lower than those of referred infants (P = 0.09 and P = 0.024, respectively). The mean GA and BW of the inpatients with zone 1 ROP were significantly lower than those of the referred infants (P = 0.014 and P = 0.048, respectively). There was no significant difference in postmenstrual age or chronological age at treatment between the inpatient and referred infants (P > 0.05). No retinal detachment was observed.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The timely application of current treatment methods is successful in resolving severe ROP. The significantly higher mean BW and GA of the referred patients compared with the inpatient infants imply that patient outcomes at level 3 referral centers may not be representative of other neonatal intensive care units.