E-ISSN: 2822-6771
Volume : 11 Issue : 3 Year : 2024
Quick Search
COMPREHENSIVE MEDICINE - : 11 (3)
Volume: 11  Issue: 3 - 2019
1.Contents

Pages V - VI

2.Introduction

Page VII

3.From the Editor

Page VIII

RESEARCH ARTICLE
4.When is Surgical Treatment of Chiari Type 2 Malformation Necessary?
Şevki Serhat Baydın, Melih Üçer, Ahmet Levent Aydın
doi: 10.5222/iksstd.2019.77598  Pages 113 - 117
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda Chiari tip II malformasyonu (CM-II) ile takip edilen hastalarda ameliyat edilme zamanı ve ameliyat etme kriterlerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Haziran 2015 – 01 Haziran 2019 tarihleri arasında Kanuni Sultan Süleyman Eğitim Araştırma Hastanesine başvuran, myelomeningosel nedeni ile hastanemizde ya da dış merkezde opere edilmiş yenidoğanların taranması sırasında saptanan CM-II’li hastalar retrospektif olarak incelenmiştir. Hastaların demografik özellikleri, doğum ağırlıkları, semptomları, myelomeningosel çapı, opere edilen hastalarda uygulanan cerrahi teknik, ameliyat öncesi ve sonrası bulguları değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 50 bebek dahil edildi bunların 32’si erkek 18’i kız bebekti. Bebeklerin tamamında doğumda meningomyelosel mevcuttu. 9 bebek (%18) semptomatik CM-II’den dolayı opere edilirken, asemptomatik 41 bebek ise MMC tamiri yapıldıktan sonra CM-II açısından gözlem altında alındı. Meningomyelosel operasyonu sonrası takiplerde hidrosefali gelişen 44 hastada (%88) V-P şant gerekti. V-P şant ameliyatı sonrası semptomlarda gerileme olmayan hastalara dekompresyon yapıldı. Operasyon sonrasında hastalarda en sık görülen semptom apne idi. Hastaların meningomyelosel defekt çapı ile semptom sıklığı arasındaki ilişki değerlendirildiğinde semptomatik CM-II nedeniyle opere edilen hastalarda meningomyelosel çapının daha büyük olduğu tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Radyolojik değerlendirmeden daha çok, doğru fiziksel ve klinik değerlendirme ile karar verilen arka beynin hızlı cerrahi dekompresyonunun, 1 yaşın altındaki hastalarda morbidite ve mortaliteyi önlemede daha değerli olduğu gözlenmiştir.
INTRODUCTION: The aim of this study was to investigate the appropriate time for surgery and surgical criteria in patients followed up with Chiari type II malformation (CM-II).
METHODS: CM-II patients who were admitted to Kanuni Sultan Süleyman Training and Research Hospital between June 1, 2015 and June 01, 2019 were screened retrospectively. Newborns with CM-II detected in screening MMC were included, who were operated in our hospital or in an external center. Demographic characteristics, birth weights, symptoms, myelomeningocele diameter, surgical technique, preoperative and postoperative findings were evaluated.

RESULTS: Fifty infants were included in the study, 32 of them were boy and 18 were girl. All babies had myelomeningocel at birth. Nine babies (18%) were operated on for symptomatic CM-II, and 41 asymptomatic babies were observed for CM-II after MMC repair. After V-P shunt surgery, decompression was performed in patients who did not regress symptoms. Apnea was the most common symptom in the postoperative period. The diameter of the myelomeningocele defect of the patients was also evaluated and it was found that myelomeningocele had a larger diameter in patients operated for symptomatic CM-II.
DISCUSSION AND CONCLUSION: It was observed that rapid surgical decompression of the posterior brain, which was judged by accurate physical and clinical evaluation, was more valuable in preventing morbidity and mortality in patients under 1 year of age.

5.Demographic Characteristics of Robotic Rehabilitation Patients in a Public Rehabilitation Hospital According to Age Groups
Başak Bilir Kaya, Özlem Ayaz
doi: 10.5222/iksstd.2019.27676  Pages 118 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı bir kamu rehabilitasyon hastanesinde robotik rehabilitasyon gören hastaların demografik özelliklerini yaş gruplarına göre ayırarak araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bir yıl boyunca (1 Ocak- 31 Aralık 2018), hastanemizde yatarak ve ayaktan robotik rehabilitasyon tedavisi gören hastaların dosyaları retrospektif olarak taranarak veriler toplanmıştır. Hastalar (0-20 yaş /21-40 yaş /41-60 yaş ve 61 yaş üstü ) 4 yaş grubuna ayrılmış ve veriler derlenmiştir.

BULGULAR: Bir yılda 363 hasta, toplam 8409 seans robotik rehabilitasyon tedavisinden yararlanmıştır.Robotik rehabilitasyondan yararlanan hastaların yaş ortalamasına bakıldığında en sık 61 yaş üstü geriartrik hastaların (%38,29) bu tedaviden yararlandığı görülmüştür. 0-20 yaş arası en sık tanı serebral palsiyken (%64.2), 21-40 ve 41-60yaş aralığında parapleji ( %52,4/%42,5) ve tetrapleji (%20,2/ %22,6);61 yaş üstü geriartik hastalarda ise hemiplejidir (%66,9). Tanılara göre seans sayılarına bakıldığında 1-5 seans tedavi gören hastalarda en sık rastlanan tanı %40, 6-10 seans %40,5, 31-50 seans %42,0 hemipleji olarak saptanmıştır. 11-20seans (%35,0), 21-30seans (%39.2),51-100 seans (%45.7), 101-300 (%40,0) seans tedavi gören hastalarda en sık rastlanan tanı ise paraplejidir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Robotik rehabilitasyon son yıllarda kullanımı artan yenilikçi rehabilitasyon biçimlerinden biridir. Yaş gruplarına göre robotik rehabilitasyondan faydalanan hasta tanıları değişmektedir. Çocuk ve ergenlerde (0-20 yaş) serebral palsi en sık tanıyken, genç erişkin ve erişkinde (21-60 yaş) parapleji; geriartik hasta grubundaysa ( ≥61 yaş ) hemipleji en sık rastlanan tanıdır. Robotik rehabilitasyon gören hasta sayısı en yüksek olan grup hemiplejik hastalar olarak saptanmıştır. Her ne kadar 61 yaş üstü hemiplejik hastalar robotik rehabilitasyondan en sık yararlanan hasta grubu olsalar da en fazla tedavi seans sayısına sahip yaş aralığı 41-60 yaş arası erişkin paraplejik hastalardır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to investigate the demographic characteristics of patients undergoing robotic rehabilitation, according to age groups, in a public rehabilitation hospital.
METHODS: For one year (January 1 - December 31, 2018), data were collected by retrospectively scanning the files of patients undergoing inpatient and outpatient robotic rehabilitation treatment in our hospital. Patients (0-20 years /21-40 years /41-60 years and over 61 years old ) were divided into 4 age groups and the data were compiled.
RESULTS: In one year, 363 patients benefited from robotic rehabilitation treatment for a total of 8409 sessions. In geriartic patients over 61 years of age, hemiplegia (66.9%) is the most frequent diagnosis. When we look at the session numbers according to patiens age; patiens who recieved 1-5, 6-10, 11-20, 21-30, 31-50, sessions robotic rehabilitaion are who are above 61 years old. Patients who mostly recieved 51-100 and 101-300 sessions are between 41-60 years old.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Cerebral palsy was the most common diagnosis in adolescents and children (0-20 years), while paraplegia was the most frequent diagnosis in young adults and adults (21-60 years).The most common diagnosis in the geriatric patient group (≥61 years) is hemiplegia. The group with the highest number of patients who is going under robotic rehabilitation was found to be hemiplgic patients who are over 61 years.
Although hemiplegic patients are the most commonly group of patients who used robotic rehabilitation, according the sesssion numbers the patients who are between 41-60years old and with the diagnosis of paraplegia have themost ofthe sessions.


6.Comparison of Ozone and Extracorporeal Shockwave Therapy in the Treatment of Chronic Lateral Epicondylitis
Ali Bilge, Canan Gönen Aydın
doi: 10.5222/iksstd.2019.04706  Pages 125 - 132
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmanın amacı geriye dönük olarak, kronik lateral epikondilit (KLE) ile ilişkili ağrının azaltılmasında ozon enjeksiyonu ile ESWT'nin etkilerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız tek taraflı KLE'li 89 hastanın dökümente edilmiş kayıtlarından verilerin derlenmesi ile oluşturulmuş bir retrospektif Kohort Çalışmasıdır. Lokal olarak ozon uygulanan hastalar ile (n = 49) ve ESWT (n = 40) uygulanan hastalar değerlendirildi. İlk enjeksiyon öncesi ve sonrasında Verhaar skorları ile tedavi sonrası 1, 3, 6. ve 9. aylarda ağrı değerlendirmesi yapıldı. İki grubun temel demografik özellikleri (yaş, cinsiyet, baskın taraf, etkilenen taraf) ve Verhaar skorları karşılaştırıldı.
BULGULAR: Bulgular: Tedavi sonrası ağrı skorlarının değerlendirilmesi iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı farklılık olduğu görüldü. Tedaviden sonraki 3. ve 9. aylardaki ağrının değerlendirilmesinde, ozon grubunun istirahatte (p <0.001), kompresyonda (p <0.001) ve aktivite sırasında daha iyi skorlara sahip olduğunu istatiksel olarak anlamlı bulundu (p <0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Elde ettiğimiz sonuçlar, ozon enjeksiyonunun, uzun süreli ağrı hafiflemesinde, konservatif tedaviye cevap vermeyen KLE hastaları için etkili bir terapötik seçenek olan EWST'den üstün olabileceğini göstermiştir.
INTRODUCTION: The aim of the current retrospective study was comparing the effects of ozone injections and Extracorporeal Shockwave Therapy in the alleviation of pain associated with chronic lateral epicondylitis.
METHODS: A Retrospective Cohort Study was performed, and data was collected from the medical records of 89 patients with unilateral chronic lateral epicondylitis. Local injections of ozone (n=49) and Extracorporeal Shockwave Therapy (n=40) were performed. Pain assessment was made by means of Verhaar scores before and after the first injection and the on 1st, 3rd, 6th, and 9th month after treatment. The two groups were compared with respect to baseline demographics including age, gender, dominant and affected sides and Verhaar scores.
RESULTS: Evaluation of pain scores after the treatment showed significant differences between the two groups. Analysis of pain on the 3rd and 9th month after treatment demonstrated that the ozone group had significantly better scores at rest (p<0.001), on compression (p<0.001) and during activity (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Our results demonstrated that ozone injection as well as Extracorporeal Shockwave Therapy can be an effective therapeutic option for chronic lateral epicondylitis patients who are refractory to conservative treatment with Ozone treatment being superior in long term pain relief.

7.Type 2 Diabetes Mellitus Affects Volume Changes In Brain Tissue
Murat Akarsu, Gülden Yürüyen
doi: 10.5222/iksstd.2019.28190  Pages 133 - 140
GİRİŞ ve AMAÇ: Tip 2 diabetes mellitus (T2DM), yapısal beyin anormallikleri ile ilişkilidir. T2DM; beyaz madde (WM) ve gri madde (GM) mikro-yapısında yaptığı bozukluklar yoluyla bilişsel işlevlerde gerileme ve demansa neden olabilir. Yaptığımız çalışmada T2DM tanılı hastalarda beyindeki ak madde ve gri maddedeki yapısal değişiklikleri inceleyerek diyabet süresiyle ilişkisini araştırdık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Polikliniğimizde T2DM tanısıyla takip edilen hastalar ile kronik hastalık öyküsü olmayan, rutin kontrol amaçlı kranial MR’ı çekilmiş hastalar incelemeye tabi tutuldu. Kranial MR’a ait T sekansına ait görüntüler “volBrain Volumetry Report, version 1.0” programı kullanılarak beynin ak madde, gri madde, cerebellum, caudat nukleus, talamus, putamen, hippocampus ve globus pallidum ile lateral ventrikül volümleri analiz edildi ve bu parametrelerdeki değişikliklerle diyabet süresi ile rutin biyokimyasal parametreler arasındaki ilişki incelendi.
BULGULAR: T2DM ve kontrol grupları arasında laboratuvar verileri benzer özellikteydi. Açlık plazma glukozu ve HbA1c beklendiği gibi T2DM grubunda daha yüksekti (tablo 1). Kranial MR yoluyla ölçülen beyin hacimlerden; total beyin hacmi, ak madde hacmi, serebrum, kaudat ve talamus nukleus volümleri T2DM grubunda daha düşük olarak saptandı. Bakılan ak madde/gri madde oranı T2DM grubunda anlamlı olarak daha düşüktü (p=0,004).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Tip 2 diyabetes mellitus beyindeki yapısal değişikliklerle sıkı bir ilişki içindedir. Total beyin volümü, ak madde, gri madde, lateral ventriküller ve nukleuslar diyabetten en fazla etkilenen kısımlardır.
INTRODUCTION: Type 2 diabetes mellitus(T2DM) is associated with structural brain anomalies. TD2M, may cause cognitive impairment and dementia by causing white matter and gray matter microstructural disorders. In our study, we investigated the structural changes in white matter and gray matter in the brain and the relation with diabetes duration in T2DM patients.
METHODS: Followed up patients with T2DM in our outpatient clinic and patients with cranial MRI for routine control and without any history of chronic disease were included in the study. White matter, gray matter, cerebellum, caudat nucleus, thalamus, putamen, hippocampus, globus pallidum and the lateral ventricular volumes were analyzed in images of T-sequence of cranial MRI with Using the 'volBrain volumentry report, version 1.0' program. Variations in this parameters and relation between duration of diabetes, severity of diabetes and routine biochemical parameters were examined.
RESULTS: The laboratory datas between T2DM patients and control group were similar. Fasting blood glucose and HbA1c were high in T2DM patients as expected Table 1). The brain volumes that measured by cranial MR; total brain volume, White matter volume, cerebrum volume, caudat and thalamus nucleus volumes were found lower in T2DM group. White matter / gray matter ratio were significantly lower in the T2DM group (p=0,004).
DISCUSSION AND CONCLUSION: There is a strong association between type 2 diabetes mellitus and structural changes in brain. The most affected parts from diabetes were total brain volume, white matter, grey matter, lateral ventricles and nucleuses.

8.Retrospective Evaluation of Adult Diaphyseal Forearm Fractures Result In The Treatment Of Plate Osteosynthesis
Ahmet Köse, Muhammed Çağatay Engin, Murat Topal, Ahmet Emre Paksoy, Murat İpteç, İbrahim Avşin Öztürk, Serkan Aykut
doi: 10.5222/iksstd.2019.41713  Pages 141 - 148
Amaç: Bu çalışmada sınırlı temas sağlayan dinamik kompresyon plağı ile tespit uyguladığımız yetişkin önkol cisim kırığı olan olguların orta dönem klinik ve radyolojik sonuçlarını sunmayı amaçladık. Hastalar ve Metod: Çalışmaya erişkin önkol diyafiz kırığı olan, inklüzyon kriterlerini taşıyan ve son kontrol muayenesine işttirak eden 104 hasta dahil edildi. Bulgular: Ortalama kaynama süresi 10.82 hafta (8-20) haftaydı. Hastaların ortalama Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand (DASH) skoru ortalaması 12.75 (3.3-38.8) olarak değerlendirildi. İmplant yetmezliği, mekanik irritasyon, implant kırılması, refraktür ve radioulnar sinostoz gelişen hasta olmadı. Grace- Eversman’nın fonksiyonel ve radyolojik açıdan kaynama kriterlerine göre 36 hastada (34,61%) mükemmel, 34 hastada (32,69%) iyi, 34 hastada (32,69%) kabul edilebilir sonuçlar elde edilirken kabul edilemez sonuç yoktu. Sonuçlar: Yetişkin ön kol diyafiz kırıkları tedavi, rehabilitasyon ve komplikasyonlar açısından yönetimi zor kırıklardır. Olası komplikasyonlar açısından medicolegal problem yaşanmaması için primer cerrahide yumuşak dokuya ve periosta olabildiğince saygı ile yaklaşılmalı, anatomik ve rijit stabil tespit uygulanmalıdır. LC-DCP tespit materyalleri önkol diyafiz kırıkları için hala altın standart tedavi yöntemidir. Bu yöntemle mükemmel radyolojik ve fonksiyonel sonuçlar elde edilmektedir.
Objective: In this study we aimed to present the midterm clinical and radiological outcomes of low contact dynamic compression plate fixation of adult forearm fractures Materials and Method: The study included 104 patients with adult forearm fractures who were compatible with the inclusion criteria and have attended the last follow up.. Results The mean time to union was 10,82 weeks. Mean Disabilities of the Arm, Shoulder and Hand (DASH) score was 12.75. There were no cases with implant failure, mechanical irritation, refractures and radioulnar synostoses. 36 patieents were evaluated as perfect, 34 patients as good, 34 patients as acceptable outcomes. No unacceptable outcomes have been obtained. Concliuson. Adult forearm diaphyseal fractures are challenging cases in terms of treatment rehabilitation and complications. In order to prevent medicolegal consequences soft tissues and periosteum must be handled gently and anatomic, rigid, and stable reduction must be obtained in primary surgery. Open reduction and internal fixation with LC DCP’ is the golden standart treatmen option for forearm diaphyseal fracture management and perfec radiologic and functional outcomes can be obtained with this method.

9.Etiology in patients with lymphadenopathy; approach of infectious diseases clinic
Riza Aytac Cetinkaya, Ayca Ilbak, Ercan Yenilmez
doi: 10.5222/iksstd.2019.66375  Pages 149 - 156
GİRİŞ ve AMAÇ: Lenfadenopatiyle gelen ve enfeksiyon ön tanısı öncelikli olan erişkin hastalardaki etiyolojiyi ortaya çıkarmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemize 1 Ocak 2017 ile 1 Ekim 2018 tarihleri arasında lenf bezi büyüklüğü şikâyetiyle başvuran erişkin hastalar geriye dönük olarak tarandı. Lenf nodu büyüklüğüne yol açabilecek hastalıklar açısından daha önce herhangi bir spesifik tanı almış olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi. Bu hastalardaki temel karakteristikler ve epidemiyolojik bulgular ortaya kondu.
BULGULAR: Toplamda 90 erişkin hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaşı 18 ila 89 arasında değişmekteydi. Lenfadenopati süresi 1 gün ile 6 yıl arasında, lenf nodu uzun aks boyutu 8 mm ile 77 mm arasında değişmekteydi. Olguların %86.6’sı lokalize, 66.7’si tek taraflı ve 65.4’ü tek adet lenf noduna sahipti, olgularda hayvan teması öyküsü, ateş yüksekliği, lökositoz ve transaminaz yüksekliği oranları sırasıyla %10, %13.3, %5.5 ve %6.7 idi. Hastaların yalnızca 33’ünde (%36.7) spesifik tanı konulabildiği görüldü. Bunların 24’ünde (%26.6) enfeksiyon, 6’sında (%6.7) malignite, 3’ünde (%3.3) diğer etiyolojiler tespit edildi. Enfeksiyonlardan en sık TBC lenfadenit (n: 8, %8.9), sitomegalovirüs (CMV) hastalığı (n: 6, %6.6) ve kedi tırmığı hastalığı (n: 5, %5.5) saptandı. Lenf bezi biyopsisi yapılan toplamda 23 hastanın patoloji sonuçlarının 5’i malign 4’ü kazeifiye granülomatöz lenfadenit, 2’si nekrotizan granülomatöz lenfadenit, 5’i granülomatöz lenfadenit, 6’sı reaktif/non-spesifik değişiklikler ve bir tanesi ise yetersiz materyal olarak sonuçlandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Verilerimize göre, TBC ve CMV’nin yanı sıra Türkiye’de sıklığı konusunda verilerin kısıtlı olduğu kedi tırmığı hastalığı da önemli LAP etkenlerinden biri olarak göze çarpmaktadır. Türkiye’de lenfadenopati etiyolojisi hakkında epidemiyolojik veriler bilinmediğinden, bu konuda moleküler laboratuvar imkanları ile desteklenmiş geniş kapsamlı ve çok merkezli çalışmaların planlanması gerekmektedir.
INTRODUCTION: To reveal the etiology in adult patients those are admitted to our hospital with complaints of lymphadenopathy.
METHODS: Patients who were admitted to our hospital with the complaint of lymphadenopathy between 1 January 2017 and 1 October 2018 were screened retrospectively. Patients who had previously had any specific diagnosis in terms of diseases that could cause lymphadenopathy were not included in the study.The main characteristics and epidemiological findings of these patients were revealed.
RESULTS: A total of 90 adult patients were included in the study.The age of the patients ranged from 18 to 89 years.The duration of lymphadenopathy ranged from 1 day to 6 years, and the length of the long axis of the lymph node ranged from 8 to 77 mm.Only 33(36.7%) of the patients were diagnosed with a specific diagnosis.Of these, 24(26.6%) had infection, 6(6.7%) had malignancy, and 3 (3.3%) had other etiologies.The most common infections were TB lymphadenitis (n: 8, 8.9%), cytomegalovirus disease (n: 6, 6.6%) and cat scratch disease (n: 5, 5.5%).Lymph node biopsy was performed in 23 patients.Five of the histopathology specimens resulted as malignant, 4 cases with caseating granulomatous lymphadenitis, 2 with necrotizing granulomatous lymphadenitis, 5 with granulomatous lymphadenitis, 6 with reactive/non-specific changes and one with insufficient material.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In addition to TB and CMV, cat scratch disease that we have limited data on the prevalence in Turkey, stands out as one of the major cause of LAP.As there is lack of epidemiological data on LAP etiology in Turkey, more comprehensive and multicenter studies are needed to reveal the epidemiology.

10.A retrospective Evaluation of the Patients Whom Blood and Blood Products were Used in the Emergency Department
Serkan Dogan, Bensu Bulut, Utku Murat Kalafat, Cesareddin Dikmetaş, Dogac Niyazi Ozucelik, Ramiz Yazici, Kamuran Şanlı, Başar Cander
doi: 10.5222/iksstd.2019.76376  Pages 157 - 163
GİRİŞ ve AMAÇ: Modern tıbbın bir parçası olarak kan ve kan ürünü transfüzyonu, 50 yılı aşkın bir süredir klinik kullanıma girmiştir. Acil servislerde kan transfüzyonları sıkça yapılmakta ve bu da ekstra iş yükü getirmektedir. Bu çalışmanın amacı; acil serviste yapılan kan ve kan ürünü transfüzyon oranlarını ve hastaların demografik özelliklerini ve acil servis işleyişine olan etkileri araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada acil serviste 2017 yılının ilk üç ayında kan ve kan ürünü verilen hastalar retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, kan ürününü hangi bölümün istediği, hangi kan ürünü verildiği, hastane hizmet bedeli kayıt edi0ldi. İstatistiksel analiz için SPSS for Windows 22.0 programı kullanıldı.
BULGULAR: Toplam 356 hastanın %54.2’si kadın, %45.8’i erkekti. Ortalama yaş 60,60±19,77 olarak saptandı. En sık anemi(%49.2) tanısıyla transfüzyon yapıldığı görüldü. En sık eritrosit süspansiyonu(%84.8) kullanıldığı görüldü. Anemi tanısı ile transfüzyon yapılan hastaların taburculuk oranları yüksek(p=0,001) iken GİS kanama ve travma nedenlilerde bu oran düşüktü(p=0,001). Genel cerrahi(p=0,001) ve dahiliye(p=0,031) tarafından istemi yapılan hastalarda hizmet bedeli yüksek olup, ortalama 289,36±36,65 Türk Lirası saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Uygun kan ve kan ürünü transfüzyonunun; acil servis yoğunluğunu, kalış sürelerini, hastane hizmet bedellerini, istem ile transfüzyon sayıları arasındaki uyumsuzluğu azaltacağı düşünülmektedir. Acil servislerde transfüzyon kararı verilirken her açıdan dikkatli olunmalıdır. Transfüzyon işlemleri hastalar için kar zarar dengesi gözeterek yapılmalıdır.
INTRODUCTION: As a part of modern medicine, blood and blood product transfusion has been in clinical use for more than 50 years. Blood transfusions are frequently performed in emergency departments(ED) and this brings extra workload. The aim of this study is to investigate the transfusion rates in the ED and demographic characteristics and the effects on the functioning of the ED.
METHODS: In this study, the patients who were given blood and blood products in the first three months of 2017 were examined retrospectively. Demographic characteristics, which department requested the blood product, which blood product was given, hospital service cost were recorded. SPSS for Windows 22.0 program was used for statistical analysis.
RESULTS: Of the 356 patients, 54.2% were female and 45.8% were male. The mean age was 60,60±19,77. The most common anemia (49.2%) was diagnosed with transfusion. The most common erythrocyte suspension (84.8%) was used. The rate of discharge of patients with anemia was high(p=0.001) and this rate was lower in patients with GIS bleeding and trauma(p=0.001). The cost of service was high in patients who were requested by general surgery(p=0.001) and internal medicine(p=0.031) and the mean was 289,36±36,65 Turkish lira.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Appropriate blood and blood product transfusion; it is thought that it will decrease the intensity of emergency service, length of stay, hospital service costs, and incompatibility between transfusion numbers and demand. Transfusion should be taken into consideration in ED. Transfusion procedures should be carried out for patients considering the balance of profit and loss.

11.The association between early partial carbondioxide levels and neurodevelopmental outcomes of very preterm infants
Gülsüm Kadıoğlu Şimşek, Fuat Emre Canpolat, Hayriye Gozde Kanmaz Kutman, Zeynep Üstünyurt
doi: 10.5222/iksstd.2019.26918  Pages 164 - 170
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amacımız çok düşük veya çok yüksek karbondioksit seviyelerinin ve karbondioksit düzeyleri arasındaki farkların prematüre bebeklerde nörogelişim ile ilişkisi olup olmadığını araştırmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatmış, 1200 gramdan düşük doğum ağırlığı ile dünyaya gelmiş, 32 gebelik haftasından küçük, çalışma sırasında düzeltilmiş 24 aylık nörogelişim muayenesini tamamlamış bebeklerin üç karbondioksit (pCO2) değeri kaydedildi, bu üç değer arasındaki farklar ve nörogelişim skorları (MDI, mental development indeks, PDI, psikomotor development indeks) arasındaki ilişkiler incelendi. Alınan örneklerde pCO2 düzeyi 65 mmHg üzerinde olması yüksek, 35 mmHg altında olması düşük olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Bebeklerin ortalama doğum ağırlığı, 924±149 gr, gebelik haftası 27 ± 2.1 hafta idi.
Alınan ikinci pCO2’ değeri ile MDI ve PDI’lar arasında zayıf pozitif korelasyon bulundu, sırası ile MDI için r=0.238, p=0.01, PDI için r=0.249, p=0.01) ikinci alınan kan gazındaki pCO2 ile 3. kan gazındaki pCO2 arasındaki fark ile MDI’lar arasında negatif, zayıf bir korelasyon bulundu, r=-0.320, p=0.0001, bu fark PDI içinde benzer bir korelasyon gösterdi (r=-0.239, p=0.001).
Multinominal lojistik regresyon analizinde doğum ağırlığı ve gebelik haftası da eklenerek elde edilen veriye göre, iki kan gazı örneğindeki pCO2 değerleri arasındaki farkın 20 ve üzerinde olması PDI veya MDI’dan herhangi birinin 75’in altında olması için oluşturduğu risk: 4.64 (1.58-13.6 %95 CI), p=0.005) olarak hesaplandı.

TARTIŞMA ve SONUÇ: Kan gazındaki parsiyel karbondioksit değerlerinin çok düşük veya çok yüksek olması ve iki ölçüm arasındaki farkın 20 ve üzerinde olmasının nörogelişimsel bozukluğa eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Prematüre bebeklerde kan gazında parsiyel karbondioksit basıncının çok düşük ve çok yüksek değerlerine dikkat edilmeli, ani yükselme ve düşüklüklere engel olunmalıdır.
INTRODUCTION: Our aim was to investigate whether there is a relation beetween extreme carbon dioxide levels and neurodevelopment in premature infants.
METHODS: Preterm infants less than 1200 grams and smaller than 32 weeks of gestational age included and reviewed. Infants with a neurodeveleopmental assessment (MDI, mental development index, PDI, psychomotor development index) completed 24 months of corrected age and with an available laboratory data retrospectively evaluated. The differences between these first three pCO2 values were calculated and analysed. pCO2 level was found to be high if it was higher than 65 mmHg and low if was lower than 35 mmHg.
RESULTS: Mean birth weight was 924 ± 149 g, and mean gestational age was 27 ± 2.1 weeks.
In a multinomial logistic regression analysis (corrected for gestational age and birthweight), having a difference of 20 or more between pCO2 values of two different blood gas values, this has a risk for having a PDI or MDI less than 75, OR: 4.64 (1.58-13.6% 95 CI), (p = 0.005).


DISCUSSION AND CONCLUSION: We can say that low or too high partial carbon dioxide values in the blood gas and the difference between two different measurements is 20 or more is associated with neurodevelopmental impairment. Clinicans should be aware of very low and very high values of partial carbon dioxide pressures in blood gases, and avoid sudden fluctuations.

12.Is serum FGF-23 associated with subclinic atherosclerosis in patients with AA amyloidosis?
Ali Bakan, Alihan Oral, Abdullah Özkök, Sabahat Alışır Ecder, Ömer Celal Elçioğlu, Gulsah Şaşak Kuzgun, Kübra Aydın Bahat, Ali Rıza Odabas
doi: 10.5222/iksstd.2019.77486  Pages 171 - 177
GİRİŞ ve AMAÇ: Amiloidoz proteinlerin anormal katlantı oluşturması ile karekterize hayatı tehtid eden bir hastalıktır. Amyloid-associated (AA) amiloidoz sistemik amiloidozun en yaygın formudur. kardiyovasküler tutlum amiloidozun en önemli klinik tezahürüdür. Karotis intima media kalınlığının ölçümü (KIMK) subklınik aterosklerozu tespit etmek için iyi tanımlanmış yöntemlerden birisidir. Yüksek serum FGF-23 seviyesi artmış KIMK için AA amiloidozdan bağımsız olarak subklinık ateroskleroz ile ilişkili olabileceği bildirilmiştir. Bu çalışmada ki amacımız, AA amiloidozlu hastalarda KIMK ile yükselmiş serum FGF-23 ile ilşkisinin olup olmadığına bakmaktı.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya 63 AA amiloidozlu hasta ve 29 yaş uyumlu sağlıklı kontrol dahil ettik
BULGULAR: Karotis intima media kalınlığı AA amiloidozlu hastalarda kontrol grubuna göre anlamlı derecede fazlaydı (p < 0.001). Bununla birlikte serum FGF-23 seviyesi iki grup arasında farklı değildi (p =0.110). KIMK yaş ile köreleydi (r=0.471, p<0.001), fakat serum FGF-23 seviyesi amiloidozlu hastalarda KIMK ile körele değildi (r=0.031, p=0.807).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Serum FGF-23 seviyesi AA amiloidozlu hastalarda aterosklerozu gösteren bir markır omayabilir
INTRODUCTION: The amyloidosis is a potentially life-threatening disease characterized by protein-misfolding. Amyloid-associated (AA) amyloidosis is the most prevalent form of systemic amyloidosis. Cardiovascular involvement is known to be a significant manifestation of amyloidosis. Common carotid artery intima-media thickness (CIMT) assessment is one of the well-recognized tools for identification of subclinical atherosclerotic vascular diseases. It was reported that high FGF-23 concentration may be a significantIs serum fgf 23 associated with subclinic ateroscicosis in patients with AA amyloidosis independent risk factor for an increased CIMT. In this study, we aimed to investigate whether elevated FGF-23 levels might be associated with CIMT levels in AA amyloidosis patients.
METHODS: We studied 63 patients with AA amyloidosis and 29 aged-matched healthy controls.
RESULTS: CIMT levels were significantly higher in AA amyloidosis patients compared to the control group (p < 0.001). However, serum FGF-23 levels were not different between the groups (p =0.110). CIMT was correlated with ages of the patients (r=0.471, p<0.001), but serum FGF23 was not associated with CIMT in patients with amyloidosis (r=0.031, p=0.807).
DISCUSSION AND CONCLUSION: FGF-23 may not be a mediator of atherosclerosis in patients with AA amyloidosis.

13.Evaluation of Quality Of Life in Patients who Underwent Transobturator Tape (TOT) surgery for Stress Incontinence
Mustafa Erkoç, Hüseyin Beşiroğlu
doi: 10.5222/iksstd.2019.60251  Pages 178 - 183
GİRİŞ ve AMAÇ: Stres İnkontinans 20 yaş üstü kadınlarda %20-30 görülür.Transobturator tape(TOT) operasyonu stres inkontinans tedavisinde en sık kullanılan cerrahi yöntemdir.Çalışmamızın amacı stres inkontinans nedeniyle TOT cerrahi prosedürü uygulanan hastaların yaşamsal kalitelerinin değerlendirilmesidir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza Kanuni Sultan Süleyman Eğitim Araştırma Hastanesi Beylikdüzü Kampüsü'nde stres inkontinans nedeniyle TOT yapılan 40 hasta dahil edildi.Yaşamsal kalite değerlendirilmesi için hastalara short-form health survey (SF-36) formu operasyon öncesi ve operasyondan 6 ay sonra uygulandı.SF-36'nın sekiz parametresi ve mental komponent özeti(MCS) ile fiziksel komponent özeti (PCS) skorları hesaplandı.İstatiksel analizde Student T test ve Wilcoxon testi uygulandı.
BULGULAR: SF-36 formundaki sekiz parametre ayrı ayrı istatiksel olarak incelendi.Fiziksel Fonksiyon,Fiziksel Rol güçlüğü,Sosyal İşlev, Emosyonel Rol Güçlüğü,Genel Sağlık Algısı parametrelerinde ciddi artış saptandı ve istatiksel olarak anlamlıydı (p<0.01). Ağrı,Enerji Canlılık Vitalite ve mental sağlık parametrelerinde istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı.Mental komponent özeti (MCS) ve Fiziksel Komponent özeti (PCS) parametlerinde de istatiksel olarak anlamlı fark saptandı(p<0,01)
TARTIŞMA ve SONUÇ: SF-36 yaşamsal kalite değerlendirilmesi testi sonuçlarına göre stres inkontinans nedeniyle TOT cerrahisi uygulanan hastalarda yaşamsal kalite parametrelerinin çoğunda artış gözlenmektedir.Bizim bulgularımıza göre SF-36 testi TOT cerrahisi uygulanan hastalarda güvenilir bir değerlendirme testidir.
INTRODUCTION: Stress incontinence is seen in 20-30% of women over 20 years of age. Transobturator tape (TOT) operation is the most commonly used surgical method in the treatment of stress incontinence.The purpose of our study is evaluation of quality of lifen in patients who underwent Transobturator Tape(TOT) surgery for stress incontinence.
METHODS: This study is included 40 patients who underwent TOT surgery for stress incontinence at Kanuni Sultan Suleyman Training and Research Hospital Beylikduzu Campus.The short-form health survey (SF36) was performed to the patients before surgery and at six month after surgery. Eight parameters of the SF-36 and mental (MCS) and physical (PCS) component summary scores were calculated. The Student’s t-test and Wilcoxon test were used in the statistical analysis(1).
RESULTS: Eight parameters of SF-36 questionnaire form evaluated separately. the findings showed that patients’ quality of life increased significantly regarding physical functioning, social functioning, role limitations because of emotional problems and general health perceptions domains in six months after surgery (p<0.001).But in parameters of bodily pain, vitality and mental health weren't determined significantly difference between preop and postop. The physical component scores (PCS) and mental component scores (MCS) significantly increased after surgery (p<0.001)(1).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The SF-36 questionnaire results showed that a significant improvement in the patients’ quality of life was observed in patients who underwent TOT surgery for stress incontinence. Our findings suggest that SF-36 could be considered a reliable evaluation test to be used in the patients who performed TOT surgery for stress incontinence after surgery(1).

14.The epidemiology of intestinal parasites: evaluation of five years
Fulya Bayındır Bilman, Mevliye Yetik
doi: 10.5222/iksstd.2019.54376  Pages 184 - 189
GİRİŞ ve AMAÇ: Hijyen ve genel sağlık koşullarına bağlı olarak insan topluluklarında paraziter enfeksiyonlar halen sıklıkla görülebilmektedir. Çalışmamızın amacı, son beş yılda Mikrobiyoloji Laboratuvarına gastrointestinal yakınmalar nedeniyle parazit yönünden incelenmek üzere gönderilen dışkı örneklerinde saptanan bağırsak parazitlerinin ve pozitif olguların cinsiyet, yaş ve yıllara göre dağılımlarının saptanmasıdır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Gastrointestinal yakınmaları olan 24.786 hastadan 01 Ocak 2014-31 Ağustos 2018 arası dönemde mikrobiyoloji laboratuvarımıza gönderilen 24.651 dışkı örneğinden lugol ile preparatlar hazırlanarak mikroskopta parazit yönünden incelenmiştir. Ayrıca selofan bant yöntemi ile 135 olguda Enterobius vermicularis varlığı araştırılmıştır. Bulgular retrospektif olarak değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Helmint yumurtaları ve protozoon kistleri yönünden incelenen tüm örneklerin 11.836’sı (%48) kadın, 12.815’i (%52) erkek hastalara aittir. Dışkı numunelerinin %61,8’i 0-15 yaş, %13,6’sı 16-30 yaş, %11,9’u 31-45 yaş, %7,5’i 46-60 yaş, %5,2’si 61 yaş ve üzerindeki hastalar tarafından verilmiştir. Numuneler incelendiğinde, 1234’ünde (%4,9) parazit yumurtası görülmüştür. Parazit saptanan hastaların %51’i 0-15 yaş grubunda, %44’ü kadın hastalardan oluşmaktadır. Parazitlerin dağılımında Giardia intestinalis %11,4, Ascaris lumbricoides %3,9, Enterobius vermicularis %2,4, Taenia saginata %0,4, Trichuris trichiura %0,1, Entamoeba histolytica %12,9 ve nonpatojen olan Entamoeba dispar %68,9 oranlarında izole edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Parazitlerin neden olduğu enfeksiyon hastalıkları ile mücadele edebilmek için etkin tedavi protokolleri geliştirmenin yanısıra koruyucu tedbirler almak da önem taşımaktadır. Epidemiyolojik verilerin takibi özellikle Suriye’den yoğun göç alan bölgelerimizde önem taşımaktadır. Ülkemizin farklı hastanelerinde yapılan çalışmalarda bağırsak parazitlerinin görülme sıklığı %4,1-75 arasında değişiklik göstermektedir. Bizim çalışmamızda ise saptadığımız parazit oranının %4,9 olması, bu sıklığın bölgelerimiz arasında benzer olduğunu göstermiştir. Bağırsak parazitleri halen önemli ve mücadele edilmesi gereken bir sağlık sorunudur.
INTRODUCTION: Depending on hygiene and general health conditions, parasitic infections are still frequently seen in human populations.The aim of this study was to determine the prevalence of intestinal parasitosis and to evaluate its association with demographic factors in our hospital in the last five years.
METHODS: A total of 24.786 patients from inpatient and outpatient departments who had gastrointestinal symptoms were included in this study between 1 January 2014 and 31 August 2018 in XXX Hospital in X. Stool samples of 24.651 were examined by the saline-iodine method. The sellotape method was also performed on 135 patients.
RESULTS: A total of 11.836 (48%) and 12.815 (52%) samples belonged to female and male patients, respectively. In this sudy, 61.8% of the stool samples were given by patients of 0-15 years of age.In 1234 (4.9%) stool samples, various parasites were detected by the saline-iodine method for helminth eggs and protozoon cysts. The most common parasite was Entamoeba histolytica (12.9%), followed by Giardia intestinalis (11.4%), Ascaris lumbricoides 3.9%, Enterobius vermicularis 2.4%, Taenia saginata 0.4%, Trichuris trichiura 0.1% and (nonpathogen) Entamoeba dispar 68.9%. Enterobius vermicularis eggs were detected by the sellotape method in 30 (2.4%) out of 135 patients.The positive cases were evaluated according to the age and sex, 51% of them were found in 0-15 years-of-age group and 44% of them were female.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In addition to developing effective treatment protocols to prevent infectious diseases caused by parasites, it is also important to take protective measures.Intestinal parasites are still important a health issue and must be struggled.

15.Evaluation of sleep quality in medical faculty assistants
Gamze Küçükosman, Özcan Pişkin, Volkan Hancı, Rahşan Dilek Okyay, Bülent Serhan Yurtlu, Serhat Bilir, Üstün Sezer, Işıl Özkoçak-turan
doi: 10.5222/iksstd.2019.69772  Pages 190 - 194
GİRİŞ ve AMAÇ: Tıp fakültesi asistanlarının uyku kalitesini belirlemeyi ve bunu sosyo-demografik özellikleriyle değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu kesitsel çalışma Lokal Etik Kurulu onayı alındıktan sonra Haziran -Ekim 2012 tarihlerinde gerçekleştirildi. Araştırmanın verileri, katılımcılara gerekli açıklamalar yapılıp sözel izinleri alındıktan sonra, Pittsburg Uyku Kalitesi İndeksi (PUKİ) ve sosyo-demografik özellikleri sorgulama formu kullanılarak yüz yüze görüşme tekniği ile toplandı.
BULGULAR: Çalışmaya 133 asistan dahil edildi. Çalışmamıza dahil edilen asistanların çalıştıkları anabilim dallarına göre uykuya yatış saatleri, uykuya dalma, uyku ve uyanma süreleri ile PUKİ puan ortalamaları arasındaki fark anlamlı bulundu (p<0,05). Çalıştıkları anabilim dallarına göre asistanların PUKİ puanları değerlendirildiğinde en yüksek PUKİ puanının ve en kötü uyku kalitesinin cerrahi bilimlerde ve Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı asistanlarında olduğu gözlendi (24,7 ±7.8; p<0,05 ).
TARTIŞMA ve SONUÇ: En yüksek PUKİ puanı ve en kötü uyku kalitesinin Anesteziyoloji ve Reanimasyon asistanlarında olması nedeniyle ameliyathaneler ve yoğun bakımlardaki hasta ve sağlık çalışanı güvenliğinin sağlanması için önlem alınması gerektiği kanısına varılmıştır.
INTRODUCTION: We aimed to determine sleep quality of medical faculty assistants and evaluate this with socio-demographic characteristics.
METHODS: This cross-sectional study was conducted from June to October 2012, after receiving permission from local Ethics Committee. The data for the research were collected using the Pittsburgh Sleep Quality Index (PSQI) and a socio-demographic questionnaire completed with face-to-face interviews after providing necessary explanation and receiving oral consent.
RESULTS: 133 assistants were included in the study. There were significant differences found in bedtimes, duration to fall asleep, sleep duration and waking time with PSQI mean points for assistants included in the study according to department (p<0,05). According to departments, the highest PSQI points and worst sleep quality were observed among surgical sciences and Anesthesiology assistants (24,7±7,8; p<0,05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As highest PSQI points and worst sleep quality were obtained by Anesthesiology assistants, we conclude precautions must be taken for the safety of patients and health workers in surgeries and intensive care units.

16.Ultrasound and elastography findings in phyllodes tumors of the breast
Hülya Aslan, Ayşin Pourbagher
doi: 10.5222/iksstd.2019.44366  Pages 195 - 200
GİRİŞ ve AMAÇ: Filloid tümör (FT) memenin hızlı büyüme potansiyeline sahip nadir görülen tümörüdür. FT’ lerde artmış kemik ve akciğer metastazı ile göğüs duvarı invazyon riski bulunmaktadır. Bu nedenle erken tanı ve tedavileri çok önemlidir. Ultrason (US) elastografi yumuşak dokuların elastikiyeti ve sertliği hakkında bilgi veren bir US yöntemidir. Memede benign ve malign lezyon ayrımına katkı sağladığı bildirilmiştir. Klinik pratikte strain (gerinim) elastografi (SE) ve Shear Wave (makaslama) elastografi (SWE) olarak adlandırılan iki farklı metot kullanılmaktadır. Çalışmamızın amacı FT’ lerin ultasonografi ve elastografi bulgularını tanımlamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamıza Ocak 2014- Ocak 2018 tarihleri arasında meme kliniğimizde FT tanısı almış 21 olgu retrospektif olarak dahil edildi.
BULGULAR: 13 olguya ait SWE, 8 olguda da SE bulguları değerlendirildi. BI-RADS US sınıflamasına göre elastografik olarak 10 olgu yumuşak (%47,6), 8 olgu ara sertlikte (%38) ve 3 olgu (%14,4) da sert olarak sınıflandırıldı. SE ile ortanca ‘gerinim oranı’ 7,72 ( aralık; 0,95- 19,14) ölçüldü. Olgularda ortalama Shear Wave Velocity (makaslama dalgası hız değeri, SWV) değerleri VTIQ ve VTQ methodları kullanılarak sırasıyla 3,3 ±1,18m/s ve 2,85 m/s ±1,16 ölçüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda FT’ lerin çoğunluğunun benign tümör lehine elastografik olarak yumuşak veya ara sertlikte kodlandığını gösterdik. Radyologların bunu akılda tutmaları kalın iğne biyopsi sonuçlarının patoloji ile korelasyonunda ve cerrahi tedavi sürecinin yönetilmesinde önemlidir.
INTRODUCTION: Phyllodes tumors (PTs) are rare neoplasms of the breast with a rapid growth potential. PTs have an increased risk of metastases to lung and bone and also the chest wall invasion. Therefore, early diagnosis and treatment is very crucial. Ultrasound (US) elastography is a US based modality providing information about tissue stiffness and elasticity. US elastography has been reported to help differentiation of benign and malignant breast lesions. In clinical practice, there are two different modalities; Strain Elastography (SE) and Shear Wave Elastography (SWE). The aim of this study was to define the US and elastography findings of PTs.
METHODS: 21 patients diagnosed with PT at our breast center from January 2014 to January 2018 were included retrospectively.
RESULTS: SWE of 13 patients and SE of 8 patients were evaluated. The lesions were categorized according to BI-RADS US classification as follows; soft (n =10, 47,6%), intermediate (n =8, 38%) and high (n =3, 14,4%). Median Strain Ratio was 7,72 (range; 0,95-19,14). Mean Shear Wave Velocity (SWV) was 3,3 ±1,18m/s and 2,85 m/s ±1,16 by VTIQ and VTQ methods respectively.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, we showed that most of the PTs showed soft or intermediate features in favor of benign lesions by elastography. Radiologists should be aware of the radiologic- pathologic correlation of core biopsy results for planning surgical approach.

17.Frequency of enzyme deficiencies in patients with congenital adrenal hyperplasia: A single-center experience with 145 patients
Melek Yıldız, Hasan Önal, Banu Aydın, Alper Gezdirici, Abdurrahman Akgün, Elif Yılmaz Güleç, Beyza Belde Doğan, Erdal Adal
doi: 10.5222/iksstd.2019.21033  Pages 201 - 206
GİRİŞ ve AMAÇ: Konjenital adrenal hiperplazi (KAH), adrenal steroidogenez basamaklarından birinde gerçekleşen enzim eksikliği nedeniyle ortaya çıkan, otozomal resesif geçişli genetik bir hastalıktır. En sık sebebi 21-hidroksilaz eksikliğidir. Bu çalışmada bölümümüzde takipli KAH tanılı hastaların enzim eksikliği açısından dağılımlarının belirlenmesi ve klinik özelliklerinin ortaya konulması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 1998-Ocak 2018 tarihleri arasında KAH tanısı alarak kliniğimizde izlenmiş olan 145 hastanın dosyası retrospektif olarak incelendi. Olguların başvuru yaşı, başvuru şikâyeti, cinsiyeti, izlemde puberte prekoks ve hipertansiyon gelişimi, testiküler adrenal rest tümör varlığı, hormonal değerlendirmeleri ve klinik tanıları kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmaya 82 kız, 63 erkek hasta alındı. Bütün hastalar genetik cinsiyetlerine uygun yetiştirilmişti. Hastaların %87,6’sı 21-hidroksilaz eksikliği olup bunların %80,9’u klasik (%76,3’ü tuz kaybettiren tip, %23,7’si basit virilizan tip), %19,1’i ise non-klasik (geç başlangıçlı) tip idi. Olguların %9,0’u 11β-hidroksilaz eksikliği, %2,8’i 3β-hidroksisteroid dehidrogenaz eksikliği, %0,7’si ise POR eksikliği idi. Olguların %73,8’inde akraba evliliği mevcuttu. Kız hastaların %70,7’si kuşkulu genital yapı ile, erkek hastaların %73,0’ı ise tuz kaybı ile tanı almıştı. 15 hasta santral puberte prekoks nedeniyle GnRH analoğu kullanmıştı. Erkek olguların %14,3’ünde testiküler adrenal rest tümör, kız olguların %9,8’inde polikistik over sendromu mevcuttu. 11β-hidroksilaz eksikliği olgularının yaklaşık yarısında hipertansiyon mevcuttu. POR eksikliği saptanan tek hastaya sendromik özelliklerinden dolayı Antley-Bixler Sendromu tanısı konulmuştu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Merkezimizdeki KAH hastalarında gözlenen enzim eksikliği dağılımı literatür ile uyumlu bulunmuştur. 21-hidroksilaz eksikliği açısından mutasyon saptanmayan, hipertansiyon ve sendromik görünüm benzeri klinik özellikleri bulunan ve hormonal açıdan ipucu olan hastalar nadir KAH formları açısından değerlendirilmelidir.
INTRODUCTION: Congenital adrenal hyperplasia (CAH) is an autosomal recessive disorder caused by a defect in any of the enzymatic steps of adrenal steroidogenesis. The most common cause is the 21-hydroxylase deficiency. In this study, we aimed to reveal frequency of enzyme deficiencies and clinical features of CAH patients.
METHODS: A total of 145 patients, admitted between January 1998 and 2018 with a diagnosis of CAH were evaluated. Clinical features of patients were recorded.
RESULTS: The study included 82 female, 63 male patients. All patients were raised in accordance with their genetic sex. 87.6% of the patients were diagnosed with 21-hydroxylase deficiency, while 80.9% were classical (76.3% salt-wasting, 23.7% simple virilizing) and 19.1% non-classical type. 9.0% of the patients had 11β-hydroxylase, 2.8% had 3β-hydroxysteroid dehydrogenase and 0.7% had POR deficiency. Consanguinity rate was 73.8%. 70.7% of the female patients were diagnosed with ambiguous genitalia and 73.0% of the male patients were diagnosed with salt loss. 15 patients were treated with GnRH analogues due to central precocious puberty. Testicular adrenal rest tumor was present in 14.3% of male cases and polycystic ovary syndrome was found in 9.8% of female cases. Hypertension was present in half of 11β-hydroxylase deficiency cases. The only patient with POR deficiency was diagnosed with Antley-Bixler Syndrome due to her syndromic features.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The frequency of enzyme deficiencies in our center was consistent with the literature. Patients with clinical and hormonal features incompatible with 21-hydroxylase deficiency, like hypertension and syndromic features, should be reevaluated for the rare forms of CAH.

18.An Ultrasound Guided Percutaneous Breast Biopsy Simulator with Haptic Feedback
Mehmet Emin Aksoy
doi: 10.5222/iksstd.2019.24119  Pages 207 - 212
GİRİŞ ve AMAÇ: Meme kanseri dünyada kadınlar arasında en önde gelen kanser tipi olup özellikle gelişmekte olan ülkelerde vaka sayılarında artış gözlenmektedir. Diğer görüntüleme tekniklerinin yanı sıra ultrason eşliğinde yapılan meme biyopsileri kesin tanı koyulabilmesi amacıyla uygulanmaktadır. Bu işlem iki boyutlu ultrason görüntüsü ile biyopsi iğnesinin takibinin el göz koordinasyonu ile yapılabilmesini gerektirir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ultrason biyopsi simülatörü sanal gerçekliği, fiziksel objeleri, konum sensörler verilerini, haptik geri besleme verilerini ve senaryoları birleştirmektedir. Simülatörün yazılım ara yüzüne puanlama sistemi de eklendi. Bir torso içine yerleştirilmiş silikon bazlı meme ve toraks modeli fiziksel model olarak kullanıldı. Ultrason probu ve biyopsi iğnesi konum sensörleri ve haptik geri besleme ünitesiyle entegre edildi. Birçok senaryoyu içeren kullanıcı ara yüzü oluşturuldu.
BULGULAR: Mevcut meme biyopsisi simülasyon sistemleri ile karşılaştırıldığında bu sistemin avantajları memede değişik tipte lezyonların farklı kadranlarda oluşturulabilmesi ve daha önceki eğitimlerden herhangi bir iğne trasesinin görülmemesidir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Meme biyopsi işlemi konusunda eğitim alanların teknik becerilerini arttırmak amaçlı yeni bir ultrason bazlı meme biyopsisi simülatörü geliştirilmiştir. Bu platforma sanal anatomik ve fiziksel modeller eklenerek ultrason destekli karaciğer ve böbrek biyopsisi modülleri de oluşturulabilir.
INTRODUCTION: Breast cancer is the leading type of cancer in women worldwide and the number of cases is increasing in developing countries. Besides the other imaging diagnostic tools ultrasound guided breast biopsies are being performed for accurate diagnosis. This procedure requires hand-eye coordination skills with two dimensional ultrasound imaging and tracking biopsy needle.
METHODS: Ultrasound biopsy simulator incorporates a cohesive platform between virtual reality, physical objects, location sensors, haptic feedback data and scenarios. A game scoring system was also incorporated into software interface of the simulator. Silicone based breast and thorax model inserted in a torso were used as physical models. Ultrasound probe and biopsy needle were integrated with location sensors and haptic feedback device. A software interface with different training scenarios was developed.
RESULTS: Compared with the existing breast biopsy simulation modalities, the main advantages of this simulation system were that the breast lesions of different types could be generated at any quadrant of the breast tissue and the lack of needle tracks originating from the previous procedures.
DISCUSSION AND CONCLUSION: A novel ultrasound based biopsy simulation system was created for breast lesions that may help to improve technical skills of trainees during the learning period of biopsy procedure. By adding other virtual anatomic and physical models, new modules for liver and renal biopsies can be added to the existing platform.