E-ISSN: 2822-6771
Volume : 12 Issue : 1 Year : 2024
Quick Search
COMPREHENSIVE MEDICINE - : 12 (1)
Volume: 12  Issue: 1 - 2020
1.Cover

Page I

2.Contents

Pages II - VII

3.Introduction

Page VIII

4.From the Editor

Page IX

RESEARCH ARTICLE
5.Is There a Relationship Between Joint Hypermobility and Lumbar Disc Degeneration and Also Low Back Pain? A Multidisciplinary Clinical Study
Neşe Keser, Esin Derin Çiçek, Arzu Atıcı, Pınar Akpınar, Özge Gülsüm İlleez, Ahmet Eren Seçen
doi: 10.5222/iksstd.2020.94830  Pages 1 - 6
GİRİŞ ve AMAÇ: Hipermobilite (HM) sinovial eklemlerin normal sınırının ötesinde hareket yeteneğinin olduğu bağ dokusunun çoğunlukla kalıtsal ya da edinilmiş bir durumu olup lomber disk dejenerasyonu (DD) üzerine etkileri tam olarak bilinmemektedir. Çalışmamızda eklem hipermobilitesi ile lomber DD ve ayrıca bel ağrısı arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bel ve/veya bacak ağrısı yakınması olan ve son altı ay içinde çekilmiş lomber MRİʼ lerinde DD saptanılan 20-50 yaş arasındaki olgular çalışmaya dahil edildiler. DD değerlendirimi Pfirrmann derecelendirme sistemine göre yapıldı. Çalışma kriterlerine uyan tüm olgular Beighton skoru kullanılarak generalize eklem hipermobilitesi yönünden değerlendirilmiş, benign eklem hipermobilitesi sendromu değerlendiriminde ise, 1998 Brighton kriterleri kullanılmıştır. Ayrıca, olguların ağrı derecesi değerlendiriminde vizüel analog skala (VAS) kullanılmış, dizabilite değerlendirimi ise Oswestry dizabilite indeksi (ODİ) kullanılarak prospektif olarak yapılmıştır.
BULGULAR: İçerleme ve dışlama kriterlerine uyan 172 olgunun 112 ʼsi kadın (% 65.1), 60ʼı erkek (% 34.9), olguların yaşları ortalaması ise 36.82±7.62 yıl idi. Bu olguların 24ʼ ünde hipermobilite varken (%14), 148ʼ inde HMʼ ye rastlanılmadı (%86). HM görülenler ve görülmeyenler arasında tüm lomber disk düzeylerinde Pfirrmann grade parametreleri değerleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulunmadı (p>0.05). Aynı şekilde gruplar arasında VAS değerleri ve ODİ değerleri açısından da istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık yoktu (p>0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu sonuç 20-50 yaş aralığındaki olgularda, normal şartlar altında, HMʼnin lomber DDʼu ile VAS ve ODİ artışında bir risk faktörü olmayabileceğini düşündürmüştür.
INTRODUCTION: Hypermobility (HM) is a condition of connective tissue in which the synovial joints move beyond the normal limits and its effects on disc degeneration (DD), and low back pain (LBP) is not fully known. We aimed to reveal the relationship between HM and DD and also LBP.
METHODS: The cases between 20-50 years old with low back and leg pain were included in the study. Their lumbar MRIs were evaluated using Pfirrmann grading system. For the cases meeting the study criteria, the Beighton score was used for evaluating the generalized joint laxity, and the 1998 Brighton criteria were used to assess the benign joint HM syndrome. The cases were also evaluated prospectively for pain by using the visual analog scale (VAS) and for disability using the Oswestry disability index (ODİ).
RESULTS: Of the 172 cases that met the inclusion and the exclusion criteria, 65.1% were female, 34.9% were male, and the mean age of the cases was 36.82 ± 7.62. While 14 % of cases have joint HM, HM was not detected in 86 %. There was no statistically significant difference in the values of Pfirrmann grade parameters in all lumbar disc levels between the groups (p> 0.05). Likewise, there was no statistically significant difference between the groups concerning the VAS and the ODİ values (p> 0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: These findings suggest that HM may not yield to an increase lumbar DD grades and also VAS and ODİ values between the cases 20-50 years old.

6.The Surgical Strategy for Eosinophilic Granuloma of the Pediatric Cervical Spine
Melih Üçer, Şevki Serhat Baydın, Ahmet Levent Aydın
doi: 10.5222/iksstd.2019.53386  Pages 7 - 12
GİRİŞ ve AMAÇ: Langerhans hücreli histiositoz primer olarak pediatrik yaş grubunda görülen, langerhans hücrelerinin proliferasyonu ve organları infiltre etmesi ile karakterize bir hastalıktır. Eozinofilik granülom (EG) genellikle torasik segmentte yer alırken servikal tutulum oldukça nadir görülmektedir. Çalışmamızda eozinofilik granülom tanısı ile takip edilen 5 pediatrik hastanın tedavi yaklaşımları ve klinik seyrinin gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamızda, kliniğimizde 2015-2019 yılları arasında servikal omurga eozinofilik granülomu tanısı ile takip edilen 5 pediatrik hasta retrospektif olarak incelendi. Her hastaya ayrıntılı bir nörolojik öykü ve muayene yapıldı. Hastaların hepsinde izole servikal omurga tutulumu mevcuttu ve histolojik olarak eozinofilik granülom tanısı kesinleştirilmişti.
BULGULAR: Eozinofilik granülomlu 5 çocuğun 3'ü erkek ve 2'si kızdı (yaş ortalaması: 8 yıl; dağılım 5-10 yıl). Hastalar ortalama 19 ay boyunca takip edildi (dağılımı 8-29 ay). Semptomların lezyonun servikal omurgadaki lokalizasyonuna göre değiştiği görüldü. Boyun ağrısı dışında semptomu olmayan 4 çocuğa biyopsi ile tanı konulması sonrasında metilprednizolon enjeksiyonu yapıldı, nörolojik defisiti olan 1 çocuğa ise dekompresyon ve füzyon ameliyatı yapıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Servikal omurganın EG u olan pediatrik hastaların yönetimi, özellikle nörolojik tutulum söz konusu olduğunda zordur. EG lu hastaların tedavisi için tek başına gözlem, uzun süreli immobilizasyon, sistemik kemoterapi, küretaj, kortikosteroid enjeksiyonu ve düşük doz radyasyon tedavisi önerilmiştir, ancak nörolojik tutulum söz konusu olduğunda cerrahi tedavi gerekliliği aşikardır.
INTRODUCTION: Langerhans cell histiocytosis is seen primarily in pediatric population. It is characterized by langerhans cell proliferation with organ infiltration. Eosinophilic granuloma (EG) is usually located in the thoracic spine and it rarely cause local destructive lesion in cervical spine in children. The aim of this study was to review the treatment approaches and clinical course of 5 pediatric patients with eosinophilic granuloma.
METHODS: In this study, five pediatric patients who were followed up in our clinic between 2015-2019 with the diagnosis of cervical spine eosinophilic granuloma were retrospectively analyzed. Each patient underwent a detailed neurological history and examination. All patients had isolated cervical spine involvement and histological diagnosis of eosinophilic granuloma was confirmed.
RESULTS: There were 3 boys and 2 girls (mean age: 8 years; range 4 –10 years). We followed-up patients for 19 mounths (range 8 –29). Symptoms vary according to localization of the lesion in the cervical spine. Four children who had no symptoms other than neck pain were diagnosed by biopsy and methylprednisolone injection was performed, and one child with neurological deficit underwent decompression and fusion surgery.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The management of pediatric patients with EG of the cervical spine is difficult, especially in the case with neurological involvement. Observation alone, long-term immobilization, systemic chemotherapy, curettage, corticosteroid injection and low-dose radiation therapy have been recommended for the treatment of EG patients, but surgical treatment is evident when neurological involvement is present.

7.Quality of Life in Women Diagnosed With Infertility
Neslihan Yaylagülü Okuducu, Hatice Yorulmaz
doi: 10.5222/iksstd.2020.76093  Pages 13 - 20
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu araştırma; infertilite tanısı konmuş kadın hastaların sosyo-demografik ve hastalığa ilişkin özelliklerinin yaşam kalitesi üzerindeki etkisini belirlemek amacıyla yapıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Araştırma; etik kurul izni alındıktan sonra, İstanbul ilindeki 4 özel hastaneye gelen 100 infertil kadın hasta ile gerçekleştirildi. Veriler “Tanıtıcı Bilgi Formu” ve “FertiQol Ölçeği’’ (Doğurganlık Sorunları Yaşayan Kişiler İçin Hayat Kalitesi Ölçeği)” uygulanarak toplandı. Veri istatistiksel olarak analiz edildi.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalamaları 36 ± 5 bulundu. Hastaların %70’ inin lisans mezunu, %40’ının ev hanımı, %49’unun 1-5 yıl süre ile evli olduğu, %52’sinin 3-5 yıldır infertil olduğu bunların %81’inin primer infertil olduğu, %51’inin daha önce 2-4 kez infertilite tedavisi almış olduğu, %56’sının da infertilite tedavisi hakkında kısmen bilgi sahibi olduğu görüldü. Lise ve altı eğitim almış olanların, daha önce birçok kez infertilite tedavisi almış olanların, 6 yıl ve üzeri infertil olanların, ev hanımı olanların, evlilik süresi 6-10 yıl olanların, endometriozis ve over kisti kaynaklı infertilite yaşayanların yaşam kalitelerinin düşük olduğu gözlendi (p<0,05). İnfertilite tanısı konmuş kadın hastalarının “Doğurganlık Sorunu Yaşayan Kişiler İçin Hayat Kalitesi Ölçeği” nden aldıkları puan ortalamasının 67±18 olduğu saptandı (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Daha genç yaşta olanların, eğitim durumu lise ve altı olanların, ev hanımlarının, gelir düzeyi düşük olanların, infertilite süresi ve tedavi sayısı fazla olanların, primer infertil olanların ve endometriozis ve over kisti kaynaklı infertilite yaşayanların yaşam kalitelerinin daha düşük olduğu görülmüştür.
INTRODUCTION: The aim of this study was to determine the effects of socio-demographic and disease-related features of female patients with infertility on quality of life.
METHODS: The study was carried out with 100 infertile female patients who came to 4 private hospitals located in İstanbul province after receiving the permission of ethics committee. Data were collected applying "Information Form" and "FertiQol Scale". Data were analyzed statistically.
RESULTS: The average age of the patients was found as 36± 5 It was seen that 70% of the patients had undergraduate degrees, 40% were housewives, 49% of them were married for 1-5 years, 52% were infertile for 3-5 years, 81% of them were primary infertile, 51% previously had 2-4 times infertility treatment and 56% were partially informed about infertility treatment. The quality of life was observed to be low in those who had high school education and lower education level; who had infertility treatment many times before; who have been infertile for 6 years and more; who were housewives; and who have been married for 6-10 years,
who had endometriosis and ovarian cyst-induced infertility. The average score of female patients diagnosed with infertility took from scale was determined as 67 ± 18 (p <0.05).

DISCUSSION AND CONCLUSION: It was observed that those who were younger, those with high school or lower education level, housewives, low income level, infertility duration and number of treatments were lower, the quality of life of primary infertile patients and who had endometriosis and ovarian cyst-induced infertility was lower.

8.Diagnostic Value of Diffusion Magnetic Resonance Imaging in the Emergency Department
Rabia Birsen Tapkan, Büşra Bildik, Ayse Fethiye Basa Kalafat, Serkan Doğan, Utku Murat Kalafat, Melis Dorter, Ramiz Yazıcı, Başar Cander
doi: 10.5222/iksstd.2020.83435  Pages 21 - 27
GİRİŞ ve AMAÇ: İskemik inme, dünya genelinde engelliliğe ve ölüme en sık sebep olan hastalıklar içinde yer almaktadır. Bu çalışmada amacımız; acil servise başvuran hastalarda D-MRG çekilen hastaları inceleyerek, yapılan görüntüleme yöntemlerinin gerekliliğini ve önemini vurgulamaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 01.05.2018-31.06.2018 tarihleri arasında hastanemiz Erişkin Acil Servisinde retrospektif olarak gerçekleştirildi. Çalışmaya acil serviste difüzyon manyetik rezonans görüntüleme istenmiş 1303 hasta dahil edildi. Hastalara ait yaş, cinsiyet, başvuru şikâyetleri, bilgisayarlı tomografilerinde hipodens alan olup olmadığı ve D-MRG’de iskemik inme bulgularının olup olmadığı kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmamıza toplam 1303 hasta alınmış olup, 745’i kadın (%57.2), 558’i erkek (%42.8) idi. Hastaların ortalama yaşı (sınır; 11-95) 54,29±18.73 yıl idi. Olguların %5.4’ünde (n=70) BT’de hipodens alan ve %11.1’inde (n=145) D-MRG’de iskemik inme bulguları saptandı. BT’de hipodens alanı olan hastaların %82.9’unda D-MRG’de de iskemik inme bulgularının olduğu görüldü (p=0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Özellikle konuşma ve bilinç bozukluğu, vücut yarımında uyuşma ve güçsüzlük olan hastalarda D-MRG tetkikinin uygun olan ilk anda yapılmasının, tanı ve tedavinin daha hızlı ve daha doğru bir şekilde başlatılması ile acil servislerde mortal ve morbid sonuçları azaltma ve hatta önlemede önemli bir adım olduğu düşünülmektedir.
INTRODUCTION: Ischemic stroke is one of the most common causes of disability and death worldwide. The aim of the study was to investigate the diagnostic value of DW-MRI in patients with ischemic stroke, and to emphasize the necessity and importance of imaging modalities in such patients with symptoms of speech disorder, impaired consciousness, numbness and/or weakness in one half of the body admitted to the emergency department.
METHODS: The study was performed retrospectively between 01.05.2018 and 31.06.2018 in Adult Emergency Department of our hospital. A total of 1303 patients who underwent diffuse magnetic resonance imaging in the emergency department were included. Age, sex, complaints on admission of the patients, whether computerized tomography revealed hypodensity, and whether DW-MRI showed signs of ischemic stroke were recorded.
RESULTS: A total of 1303 patients were enrolled in our study, of which 745 were female (57.2%) and 558 (42.8%) were male. The mean age of the patients (range;11-95) was 54.29±18.73 years. In 5.4% (n=70) of the cases, there were hypodense areas on CCT and in 11.1% (n=145), DW-MRI revealed signs of ischemic stroke. 82.9% of patients with hypodense area on CCT showed ischemic stroke on DW-MRI. (p=0.001)
DISCUSSION AND CONCLUSION: Especially in patients with a speech disorder, impaired consciousness, numbness and weakness in one half of the body, having a DW-MRI at the first appropriate time and initiation of diagnosis and treatment faster and more accurately are thought to be important steps in reducing and even preventing mortality and morbid outcomes in emergency departments.

9.Vitamin D Levels in Patients with Unexplained Recurrent Pregnancy Loss
Cihan Karadağ, Selçuk Ayas, Sinem Demircan Karadağ
doi: 10.5222/iksstd.2020.30301  Pages 28 - 33
GİRİŞ ve AMAÇ: Açıklanamayan tekrarlayan gebelik kaybı (TGK) olan hastalarda Vitamin D düzeyini belirlemek amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Altmış beş TGK tanılı hasta etiyolojiyi belirlemek amaçlı araştırıldı. Tüm hastalara son gebelik kaybıyla beraber dilatasyon küretaj (D&C) yapıldı ve gebelik materyalleri fetusda kromozomal anomali olup olmadığını belirlemek amaçlı genetik araştırmaya yönlendirildi. Tüm hastalarda olası kalıtsal ve kazanılmış trombofili varlığı ve olası endokrinopati varlığı araştırıldı. Kontrol grubu olarak 45 sağlıklı gebeliği olan hasta belirlendi. Tüm katılımcılar 25(OH)D, glukoz, prolaktin, TSH ve insülin seviyelerini belirlemek amaçlı kan örneği verdi.
BULGULAR: Ondört TGK tanılı hastanın D&C materyalinin incelenmesi sonucunda fetal kromozom anomalisi saptandı. Trombofili tanısı 12 hastaya konuldu. 2 hastada intrakaviter anomali saptandı. 2 hasta hipotroidi 1 hastada yüksek kan şekeri saptandı. Geriye kalan 34 hasta açıklanamayan TGK hastası olarak değerlendirildi. Açıklanamayan TGK tanılı hastalarda ortalama 25(OH)D seviyeleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak düşük saptandı (p=0.022). ROC curve analizi sonucunda 25(OH)D için cut-off değer 11 ng/mL olduğu görüldü. Spesifite %97.8 sensitivite %29.4 olarak bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Açıklanamayan TGK hastaları düşük Vitamin D seviyelerine sahipler ve bu sonuç Vitamin D nin olası gebelik kayıplarında rolü olabileceğini gösterebilir. Vitamin D replasmanının açıklanamayan TGK tanısı almış hastalarda olası gebelik kaybını önleyip önlemediğini gösteren çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine the Vitamin D levels of patients diagnosed with unexplained recurrent pregnancy loss (RPL).
METHODS: Sixty five patients with RPL were investigated regarding the possible etiology of RPL. All patients underwent an operation called dilatation curretage (D&C) and the material went to genetic examination whether fetus had a cromosomal abnormality. Patients were investigated in terms of inherited and acquired trombophlia. 45 pregnant patients who had a healthy fetus were choosen as a control group. All participants gave blood sample to determine the levels of 25(OH)D, glucose, prolactine, TSH and insuline.
RESULTS: Fourteen of RPL patients had a karyotype abnormality, Twelve patients were diagnosed with trombophilia, 2 patients had a uterin intracavitary abnormalities, 2 patients diagnosed with hypothyroidism and 1 patient diagnosed with Diabetes mellitus. Last of all 34 patients diagnosed with unexplained RPL. The mean 25(OH)D level of unexplained RPL patients was significantly lower than controls (p=0.022). According to ROC curve analysis the cut-off level for 25(OH)D was determined 11 ng/mL. The specifity of the test was%97.8 and the sensitivity of the test was %29.4.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Unexplained RPL patients had lower Vitamin D levels. These results may show the possible role of Vitamin D regarding RPL. Further study is needed to show whether supplemental vitamin D administration can prevent the onset of pregnancy loss.

10.Fetal Bronchopulmonary Malformations: Prenatal Diagnosis and Perinatal Outcomes
Başak Kaya, Deniz Kanber Açar, Salim Sezer, Ahmet Tayyar, İbrahim Polat
doi: 10.5222/iksstd.2020.54872  Pages 34 - 38
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada prenatal dönemde konjenital pulmoner hava yolu malformasyonu ve bronkopulmoner sekestrasyon tanısı alan olguların klinik özelliklerinin, prognozu etkileyen faktörlerin ve perinatal sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2013- Aralık 2016 tarihleri arasında hastanemiz perinatoloji ünitesinde konjenital pulmoner hava yolu malformasyonu ve bronkopulmoner sekestrasyon tanısı alan 59 olgunun kayıtları incelendi. Torakal kitlenin özellikleri ve doğal seyri ile olguların yönetimleri ve perinatal sonuçları incelendi.
BULGULAR: Otuz yedi olgu (% 71.2) konjenital pulmoner hava yolu malformasyonu ve 15 olgu (% 28.8) bronkopulmoner sekestrasyon tanısı aldı. Olguların % 17.3’de eşlik eden yapısal anomali saptanırken, eşlik eden yapısal anomalisi olan olguların 4’ünde (%7.7) kromozom anomalisi mevcuttu. Olguların % 75’inde canlı doğum gerçekleşti. Yenidoğan döneminde 23 olguda (%59) bronkopulmoner malformasyon varlığı radyolojik olarak gösterildi ve bu olguların 18’i (% 78.3) yaşamın ilk bir yılında opere edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Eşlik eden anomali ve hidrops yokluğunda fetal bronkopulmoner malformasyon olgularının prenatal dönemde oldukça iyi seyrettiği ve özellikle spontan regresyon izlenen olguların postnatal dönemde operasyon ihtiyacı olmadan sorunsuz yaşamlarını sürdürdüklerini saptadık. Fetal bronkopulmoner malformasyonlar ve diğer torakal anomalilerin prenatal tanı sıklığının artırılabilmesi amacıyla temel fetal anatomik tarama sırasında toraks transvers kesitlerden görüntülenmeli ve klinik şüphe varlığında çoklu sonografik planlar kullanılarak ayırıcı tanı yapılmalıdır.
INTRODUCTION: To evaluate the clinical features, prognostic factors and perinatal outcomes of fetuses with the diagnosis of congenital pulmonary airway malformation and bronchopulmonary sequestration.
METHODS: The medical records of 59 fetuses with the diagnosis of congenital pulmonary airway malformation and bronchopulmonary sequestration were retrospectively analyzed. The characteristics and natural history of the thoracic mass, and the perinatal outcomes of cases were evaluated.
RESULTS: While 37 cases (%71.2) were diagnosed as congenital pulmonary airway malformation, 15 cases (% 28.8) were diagnosed as bronchopulmonary sequestration. Associated structural anomalies were detected in 17.3 percent of cases and chromosomal anomalies were present in 7.7 percent of cases with associated anomalies. Live birth occured in 75 percent of cases. The presence of bronchopulmonary malformation was shown in 59 percent of cases in postnatal period, and 78.3 percent of these cases were operated in the first year of life.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We observed that fetuses with the diagnosis of bronchopulmonary malformation had a good prognosis in the absence of associated anomaly and fetal hydrops. It is also observed that the cases with spontaneous regression of the thoracic mass did not need an operation. Thoracic transverse sections should be evaluated during basic fetal anatomic screening in order to increase the frequency of prenatal diagnosis of fetal thoracic anomalies.

11.Imaging Findings and Long-Term Treatment Outcomes in Coats’ Disease
Beril Tülü Aygün, Gökhan Demir, Ali Demircan, Dilek Yaşa, Aslı Kırmacı, Zeynep Alkın
doi: 10.5222/iksstd.2020.74936  Pages 39 - 45
GİRİŞ ve AMAÇ: Kliniğimizde Coats’ hastalığı tanısı ile takip ve tedavi ettiğimiz hastaların görüntüleme bulguları ve tedavi sonuçlarını değerlendirmek.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2016 yılları arasında kliniğimizde Coats’ hastalığı tanısı alan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların başvuru anındaki evreleri, ilk ve son görüntüleme ve muayene bulguları ve takip süresi boyunca aldıkları tedaviler kaydedildi. Hastaların kayıtlarında bulunan fundus fotoğrafları, fundus florescein anjiografi ve optik koherens tomografi (OKT) görüntüleri incelendi. Görme keskinliği (EİDGK) ve santral maküla kalınlıkları (SMK) arasındaki ilişki incelendi.
BULGULAR: Çalışmaya 13 hastanın 13 gözü dahil edildi. Dört hasta 18 yaş üzeriydi. On hastada bevasizumab ve lazer fotokoagülasyon kombine tedavisi uygulanırken dört hastada cerrahi tedavi uygulandı. İki hastada intravitreal deksametazon implant uygulandı. On bir hastanın OKT görüntüleri elde edildi ve 9 hastanın bulgularında gerileme ve 1 hastada ilerleme saptanırken 1 hastada değişiklik olmadı. Başlangıç ve son kontrol SMK ve EİDGK değişimleri arasında korelasyon saptanmadı (p=0,89, r=0,47).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Coats’ hastalığının düzenli takibi büyük önem taşır ve hastaların takibinde OKT yararlı bir araçtır. Farklı tedavi yöntemleri ile fonksiyonel başarı sağlanamasa dahi anatomik başarı sağlanabilmekte ve glob bütünlüğü korunabilmektedir.
INTRODUCTION: Our aim was to evaluate the imaging findings and treatment outcomes of patients diagnosed with Coats’ disease in our clinic.
METHODS: Records of patients diagnosed with Coats’ disease in our clinic between 2010 and 2016 were evaluated retrospectively. Stage of the disease, imaging findings and clinical characteristics at the time of diagnosis and at the final visit, and the received treatment were noted. Records of fundus photograhy, fundus florescein angiography and optic coherence tomography (OCT) imagings were reviewed. The relationship between visual acuity (VA) and central macular thickness (CMT) was analyzed.
RESULTS: Thirteen eyes of 13 patients were included in this study. Four patients were over 18 years old. Ten patients received combined treatment of bevacizumab and laser photocoagulation, whereas 4 patients required surgery. Intravitreal dexamethasone implant was applied to 2 patients. Eleven patients’ OCT images were available, and 9 patients showed regression, 1 patient showed progression and 1 patient remained stable in terms of OCT findings. There was no correlation found between initial and final CMT and VA (p=0,89, r=0,47).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Coats’ disease require regular follow-up and OCT is a useful tool for evaluating the course of disease. Different treatment modalities might be effective for anatomic success and result in globe salvage, even though functional success is harder to achieve.

12.Our Surgical Treatment Results in Adult Tethered Cord Syndrome: An Experience of 9 Cases
Emre Delen, Ahmet Tolgay Akıncı, Osman Şimşek
doi: 10.5222/iksstd.2020.13007  Pages 46 - 51
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı erişkinlikte görülen omurilik sendromu olgularında cerrahi tedavi sonuçlarını demografik ve klinik özelliklerle birlikte sunmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 2004-2015 yılları arasında gergin kord sendromu tanısıyla operasyon geçiren 73 olguyu retrospektif olarak değerlendirdik. Ortalama takip süresi 21.7 (3-63) aydı. Erişkin olgular 18-55 yaş arası 5 kadın, 4 erkek hasta idi. Hastaların klinik ve radyolojik özellikleri ve cerrahi tedavi ile ilgili takip verileri alındı. Ağrı ve nörolojik bulgular Klekamp ve arkadaşlarının önerdiği skorlama sistemi kullanılarak derecelendirildi.

BULGULAR: Dokuz hastada sırt ve/veya bacak ağrısı şikayeti, iki hastada yürüyüş ataksisi ve üç hastada mesane disfonksiyonu vardı. Sadece bir hastada kas kuvveti kaybı vardı. Toplam üç hastada cilt bulguları vardı: bunlar iki dermal sinüs traktı ve bir olguda torasik dermatomal kıllanma artışı idi. Dört hastada skolyoz, 4 hastada sringomyelya ve 3 hastada split kord malformasyonu tespit edildi. Conus medullaris seviyesi bir hastada L3, 3 hastada L4, 2 hastada L5 ve bir hastada S1 idi. Tüm hastalara kord serbesleştirilmesi operasyonu uygulandı. Hastaların çoğu ağrı seviyelerinde bir azalma olduğunu bildirdi. Ancak duyusal işlev bozukluğu ve sfinkter disfonksiyonununda iyileşme tespit edilmedi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yetişkin olgular ile pediatrik olgular karşılaştırıldığında temel fark semptomatoloji idi. Ağrı hemen hemen tüm vakalarda kardinal semptomdu. Ameliyat ağrıyı azaltmada etkiliyken, nörolojik defisitlerin düzelmesinde etkin değildi.
INTRODUCTION: The aim of this study was to present the results of surgical treatment along with demographic and clinical features in tethered spinal cord syndrome cases seen in adulthood.
METHODS: We retrospectively evaluated 73 cases who underwent tethered cord release operations between 2004 and 2015 in our clinic. The mean follow-up period was 21.7 (3 - 63) months. Adult cases were 5 female and 4 male patients with ages between 18 - 55. Clinical and radiological characteristics of the patients and follow-up data on the surgical treatment were obtained. Pain and neurological findings were graded using the scoring system proposed by Klekamp et al.
RESULTS: Nine patients had complaints of back and/or leg pain, two patients had gait ataxia and three patients had bladder dysfunction. Only one patient had a loss of muscle strength. There were cutaneous stigmata in a total of three patients: Two dermal sinus tracts, one thoracic dermatomal hypertrichosis. Four patients had scoliosis, 4 had syringomyelia and 3 had split cord malformation. The level of conus medullaris was L3 in one patient, L4 in 3 patients, L5 in 2 patients, and S1 in one patient. All patients underwent surgical de-tethering. Most of the patients reported a decrease in their pain levels. However, sensory dysfunction and sphincter problems remained unresolved.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The main difference between adult cases compared to paediatric cases was symptomatology. The pain was the cardinal symptom in almost all cases. While the surgery was effective to diminish pain, resolution of neurological deficits was disappointing in this series.

13.Tularemia in Diyarbakır Province and its Surroundings: A Rarely Known Disease
Hasan Bozdağ, Tuncer Özekinci
doi: 10.5222/iksstd.2020.48243  Pages 52 - 56
GİRİŞ ve AMAÇ: Tularemi hastalığı, küçük, aerop, Gram negatif bir kokobasil olan Francisella tularensis’in etken olduğu bir zoonozdur. Kuzey yarımkürede endemik olan hastalık, sıklıkla avcılar, çiftçiler, hayvan yetiştiricileri, orman çalışanları, doğa tutkunları, veteriner hekimler ve laboratuvar çalışanlarında görülür. Ülkemizde, ilk olarak 1936’da olmak üzere birçok salgın bildirilmiş, olgu sayısı yıllar içinde artarak 2010-2015 yıllarında 4986’ya ulaşmıştır. Diyarbakır yöresinde Tularemi ile ilgili kapsamlı bir epidemiyolojik çalışma bulunmamaktadır. Biz bu çalışmamızda Diyarbakır merkez ve kırsalında tularemi seroprevalansını tespit etmeyi amaçladık
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya sağlıklı 1503 kan bağışçısının serum örnekleri cinsiyet ve yaş ayırımı gözetmeksizin dahil edildi. Serumlar mikroaglütinasyon yöntemi kullanılarak F. tularensis IgG antikoru açısından tarandı. Taramada ≥1/20 titrasyonu pozitif olan serumlarda önce Brucella antikorlarıyla çapraz reaksiyon açısından Rose-Bengal testi çalışıldı. Rose-Bengal testi negatif olan serumlara daha düşük titrelerde titrasyon işlemi uygulandı.
BULGULAR: Çalışmamıza katılanların 93’ü kadın, 1410’ü erkek bağışcılar oluşturmaktadır. Bağışcılar 18-65 yaş aralığında olup yaş ortalaması 33,2’dir. Çalışmaya katılan bağışçıların 22’sinde 1/20 tarama titrasyonunda pozitiflik saptandı. Bu serumlardan 3 tanesi Brucella lam aglütinasyon ile reaksiyon verdiği için Brucella antikor pozitifliği olarak kabul edildi. Geriye kalan 19 serum (%1,3) tularemi tarama seropozitifliği olarak kabul edildi. Seropozitif bağışcıların 3’ü kadın 16’sı erkek olup, yaş ortalaması 29,5’dir. Tularemi seropozitif kişilerin cinsiyetler ve yaş açısından anlamlı bir fark bulunmamıştır (cinsiyet p=0.108/yaş p=0,053).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, çalışmamızda saptadığımız %1,3 lük seropozitiflik oranı, tularemi etkeninin bölgede bulunduğunu göstermektedir. Yerel halk ve özellikle kırsal kesimde yaşayan risk gruplarına hastalık ile ilgili eğitimler verilerek etkenin bulaşı azaltılabilir.
INTRODUCTION: Tularemia is a zoonosis caused by Francisella tularensis;a small Gram negative aerobic coccobacillus.It is endemic in northern hemisphere and often occurs in hunters,farmers,animal breeders,forest workers nature lovers,veterinarians and laboratory staff.After the first epidemic in 1936,there have been many outbreaks in Turkey The number of cases has increased each year and reached 4986 by 2015.We aimed to determine the seroprevalence of tularemia in rura land urban regionsof Diyarbakır.
METHODS: Serum samples of 1503 healthy blood donors regardless of age and genderfrom Diyarbakir and neighboring provinces were included in the study.Sera samples were investigated for the presence of IgG antibodies against F.tularensis by microagglutination methods.Serum samples with positive titration of 1/20 were studied by Rose Bengal test in terms of cross reactivity with Brucella antibodies.Rose-Bengal test negative samples were retested in low titers.
RESULTS: Ovearall 1410 of the donors were male,93 were female.The mean age of donors was 33,2±9,8 Sera of 22 donors were determined as positive in 1/20 titration.Three of them which were reactive with Brucella slide agglutination were considered positive for Brucella antibodies.The remaining 19 sera(1.3%) were accepted as tularemia seropositivity.Sixteen (84,2%) of seropositive donors were male, while three (15,8%) of them were female.The mean age of seropositive donors was 29,5±10,3 There was no significant difference in gender(p=0.108 ) and age groups(p=0,053) of tularemia seropositive donors.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Seropositivity rate of 1,3% indicates the presence of tularemia agent in the region.To inform the local people and population inhabiting especially in rural area risk groups about the disease may reduce the transmission of the agent

14.The Role of Dynamic CT in The Differential Diagnosis of Renal Mass and Determination of the Renal Cell Carcinoma Subtype
Ayşegül Akdoğan Gemici, Ercan İnci
doi: 10.5222/iksstd.2020.65487  Pages 57 - 62
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda pre-operatif Kontrastlı Dinamik BT tetkikinde dansite değerleri ölçümü ile ameliyat öncesi dönemde onkositom-renal hücreli karsinom (RHK) ayırımı ve RHK alttiplerini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2014-2018 yılları arasında hastanemizde kitle nedeniyle total veya parsiyel nefrektomi yapılan hastalardan, ameliyat öncesi Kontrastlı Dinamik BT çekilen hastaların kayıtları retrospektif olarak incelendi. BT çekimleri, 4 fazlı Dinamik Batın BT protokolü ile kontrastsız, arteryal, venöz ve geç venöz fazlarda yapıldı. Bir genel radyoloji uzmanı patoloji sonuçlarına kör olarak değerlendirme yaptı. Tümör boyutu (cm), heterojen-homojen tümör kompozisyonu, sınır özellikleri, toplayıcı sistem tutulumu, kalsifikasyon, nekroz, eşlik eden LAP veya venöz tromboz ve kitle atenuasyon değerleri not edildi.
BULGULAR: Toplam 38 hastadan 22 hasta berrak hücreli karsinom, 6 hasta papiller hücreli karsinom, 5 hasta kromofob hücreli karsinom ve 5 hasta onkositom tanılı idi. Ortalama tümör boyutu, berrak hücreli RHK’da 6 cm, kromofob hücreli RHK’da 10.9 cm, papiller hücreli RHK’da 3.7 cm ve onkositomda 4.4 cm olarak ölçüldü. Bir berrak hücreli RHK’da kanama, 2 berrak hücreli RHK’da septasyon, 1 berrak hücreli RHK’da lokal invazyon, 1 berrak hücreli RHK’da kalsifikasyon mevcut olup hiçbir hastada metastaz izlenmedi. Eşlik eden LAP ve venöz tromboz görülmedi. Kontrastsız serilerde saptanan HU değerlerinde, tümör tipleri arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Arteryal ve venöz fazlarda papiller hücreli karsinom HU değerleri, berrak hücreli RHK’dan düşük izlendi (p=0,001, p=0,016). Ayrıca geç venöz fazda onkositomun HU değeri, berrak hücreli karsinoma göre yüksek bulundu (p=0,019).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Böbrek kitlelerinde Kontrastlı Dinamik BT kullanılarak elde olunan atenuasyon değerleri ile ayırıcı tanılar daraltılabilir. Yüksek HU değerleri ile onkositomlar, düşük HU değerleri ile papiller hücreli karsinom öncelikli sırada düşünülmelidir.
INTRODUCTION: We aimed to differentiate oncocytoma from renal cell carcinoma (RCC) and to define subtypes of RCC by using density level of tumors from pre-operative contrast-enhanced dynamic CT.
METHODS: The records of patients who underwent nephrectomy due to tumor in our hospital between 2014-2018 were examined retrospectively. CT scans were performed in non-contrast, arterial, venous and late venous phases with the 4-phase Dynamic Abdominal CT protocol. One general radiologist evaluated the images blinded to pathology. Tumor size (cm), heterogeneous-homogenous composition, border, collecting system involvement, calcification, necrosis, accompanying LAP or thrombosis and mass attenuation values were noted.
RESULTS: Of the 38 patients, 22 were clear cell carcinoma, 6 were papillary cell carcinoma, 5 were chromophobe cell carcinoma and 5 were oncocytoma. The mean tumor size was 6 cm in clear cell RCC, 10.9 cm in chromophobe cell RCC, 3.7 cm in papillary cell RCC and 4.4 cm in oncocytoma. Bleeding in a clear cell RCC, septation in 2 clear cell RCC, local invasion in one clear cell RCC, calsification in one clear cell RCC were noted. No metastasis, LAP and venous thrombosis were found. HU values of papillary cell carcinoma in arterial and venous phases were lower than clear cell RCC(p=0,001, p=0,016). Also HU values of oncocytoma in late phase were higher than clear cell carcinoma (p=0,019).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Differential diagnoses can be narrowed by the attenuation values obtained by using Dynamic CT in kidney masses. Oncocytoma with high HU levels and papillary cell carcinoma with low HU levels should be considered in the priority order.

15.Assessment of the Polypoid Lesions Deteced in Upper Gastrointestinal System Endoscopies
Onur Olgaç Karagülle, Erkan Yavuz
doi: 10.5222/iksstd.2020.38981  Pages 63 - 68
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu retrospektif çalışmadaki amacımız bir endoskopistin üst GİS sistemi endoskopisi yaparken ne tip polipoid lezyonlar ile karşılaşacağı ve karşılaştığı polipoid lezyonları nasıl yöneteceğine dair ışık tutmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Genel cerrahi endoskopi ünitesinde 2015 Ocak - 2018 Ocak tarihleri arasında yapılan üst GİS sistem endoskopileri retrospektif olarak incelendi. Endoskopik işlemde polipoid lezyon saptanarak polipektomi veya biyopsi yapılmış 301 hastaya ait veriler lezyonların yerleşim yeri,boyutu,sayısı,histopatolojik özelliği ve Hp pozitifliği açısından incelendi.
BULGULAR: 234 hastada tek polipoid lezyon, 77 hastada multiplpolipoid lezyon saptanarak polipektomi yapıldığı izlendi.Histopatolojik olarak incelendiğinde 301 polipoid lezyonun % 40,19’unda gerçek polip yapısı izlenmiş, bunların 251 tanesi midede görülmüştür.1 cm’den daha küçük lezyonlar daha çok reaktif polipoidler iken, H. pilori (+) vakalarında yine daha çok reaktif polipoidler görülmüştür Neoplastik ve non-neoplastik olarak raporlanan lezyonların lokalizasyonu değerlendirildiğinde kardiada ve antrumda yer alanlarda daha çok non-neoplastik polipoidlerin bulunduğu kaydedilmiştir.Fundik ve hiperplastik poliplerin sayıları karşılaştırıldığında tek farkın kronik aktif ve inaktif gastritlerde olduğu bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Üst GİS endoskopileri sırasında izlenen polipoid lezyonların histopatolojik olarak gerçek ya da reaktif polip olarak tanımlanması, neoplazi dönüşümü açısından hastaların takibinde önem kazanmaktadır. Ayrıca bu lezyonların, boyut dışında üst GİS sistemde bulundukları lokalizasyonlarına göre neoplastik potansiyelini değerlendirilmek önemli olmakla beraber daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: The aim of this retrospective study was to enlighten which types of polypoid lesions are encountered during the endoscopy of upper gastrointestinal (GIS) and how to manage with these polypoid lesions.
METHODS: Upper gastrointestinal system endoscopies carried out in a total of 301 patients between the dates of January 2015- January 2018 in our endoscopy unit of the department of general surgery were evaluated.Detecting the polypoid lesions,data of all patients who undergone polypectomy or biopsy during the endoscopy procedure were examined in terms of the location,size and number of lesions,the histopathological characteristics and Helicobacter pylori (Hp) positivity.
RESULTS: A single polypoid lesion in 234 patients and multipolypoid lesions in 77 patients were detected,and polypectomy was applied to these patients.Histopathologically, 40.19(%) of 301 polypoid lesions were defined as true polyps,and 251 of them were detected in stomach.Lesions smaller than 1 cm were generally highly reactive polypoids while the reactive polypoids were mostly observed in Hp positive cases.Considering the locations of lesions, non-neoplastic polypoids were mostly found in the cardia and antrum.Comparing the number of fundic and hyperplastic polyps,the only difference was found in the chronic active and inactive gastritis.
DISCUSSION AND CONCLUSION: To define true or reactive polps histopathologically in examination of the polypoids during upper GIS endoscopies gains importance in follow up patients in terms of neoplastic transformation.In fact,neoplastic potential these lesions are important to be evaluated according to the location in upper GIS in addition to their sizes,however,further studies with larger samples are needed to clear the issue.

16.Age and Gender-Related Changes in Radiological Findings of Lumbar Disc Hernia Detected by Magnetic Resonance Imaging
Mehmet Öncü, Fatih Mete
doi: 10.5222/iksstd.2020.62634  Pages 69 - 76
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda, bel ağrısı şikayeti ile polikliniğe başvuran hastalarda lomber MR görüntüleme ile lomber diskopati sıklığının yaş ve cinsiyete bağlı değişimini incelemeyi amaçladık.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2017 –haziran 2017 tarihinde hastanemizde lomber MR çektiren 147 hasta retrospektif olarak değerlendirildi.Lomber diskopati bulgularının ve highintensityzon varlığının yaş ve cinsiyete bağlı değişimi incelendi
BULGULAR: Çalışmaya alınan olguların yaş ortalaması kadınlarda 45.8 ± 12.6 erkeklerde 46.9 ±16.2 yıl idi(p=0.646) Herni saptanan olgu sayısı 84(%57.1) idi.herni sıklığı açısından kadın ve erkekler arasında fark saptanmadı(p=0.219)Herni sıklığı açısındandekadlara dağılım anlamlı farklılık göstermekteydi.(p=0.029)Tüm dekadlarda en sık LDH L4-L5 seviyesinde bulduk.olguların 94(%63.9)iki veya daha çok segmenttehernisaptadık.yaş ile herni saptanan disk seviyesi sayısı pozitif korelasyon göstermekteydi.(r=0.540,p=0.0001)
Herniasyon saptanan disklerde high intensityzon bulgusunun sıklığı anlamlı olarak yüksekdi.(p=0.001)

TARTIŞMA ve SONUÇ: Yaptığımız çalışmada bel ağrısı şikayeti ile lomber MR çektiren hastaların lomber MR ları retrospektif olarak değerlendirildiğinde %50 den fazlasında lomberdiskopati bulguları tesbitettik.Özellikleliteratüre göre daha fazla oranda birden çok seviyede diskopati bulguları tesbit ettik.
INTRODUCTION: We aimed the age and sex-related changes in the frequency of lumbar discopathy by lumbar MR imaging in patients admitted to the polyclinic presenting with low back pain
METHODS: 147 patients who underwent lumbar MRI in our hospital between January 2017 and June 2017 were evaluated retrospectively. Age and sex-related changes of lumbar discopathy findings and presence of high density zone were examined.
RESULTS: The mean age of the patients was 45.8 ± 12.6 years for females and 46.9 ± 16.2 years for males (p = 0.646). The number of cases with hernia was 84 (57.1%). There was no difference between men and women in terms of hernia frequency (p = 0.219). In 94 (63.9%) of the cases, there were hernia in two or more segments. There was a significant difference in the frequency of hernias in between decades (p = 0.029). LDH was found most frequently in L4-L5 levels in all decades.The number of herniated disk levels was positively correlated with age (r = 0.54, p = 0.0001). The frequency of high density zones was significantly higher at herniated disks (p = 0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our study, when we retrospectively evaluated lumbar MRI of the patients presented with low back pain, we found lumbar discopathy findings in more than 50% of these patients. Especially compared to the literature, there is an increased ratio of multi-level discopathy findings.

17.Isolation of Mycobacterium Species Using Simple Media Prepared From Lower Respiratory Tract Samples and Analysis of Cost/Effectiveness
Özgür Yanılmaz, Güner Söyletir
doi: 10.5222/iksstd.2020.25238  Pages 77 - 81
GİRİŞ ve AMAÇ: Tüberkülozun laboratuvar tanısında altın standart etkenin izolasyonudur. İzolasyon için en sık kullanılan besiyerleri, Lowenstein-Jensen(L-J) ve otomatize sıvı besiyerleridir(OSB). Ancak bu besiyerleri maliyet ve üretme zamanı açısından sorun olmaya devam etmektedir. Çalışmamızda alternatif olarak %5 koyun kanlı ağarın(KKA) etkinliği araştırılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Marmara Üniversitesi Hastanesi ve T.C. Sağlık Bakanlığı Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi Mikrobiyoloji Laboratuvarlarına mikobakteri kültürü için gelen 617 alt solunum yolu örneği OSB, L-J ve KKA’ya ekildi.
BULGULAR: Örneklerin 38’inde(%6.2) üreme saptanmış, bunların 36’sı OSB (%5.8), 31’i L-J (%5), sadece 5’i KKA (%0.8) ile izole edilmiştir. İzolasyon süreleri sırasıyla 14.53, 29.09 ve 19.2 gün olarak saptanmıştır. Çalışmanın ikinci aşamasında, aside dirençli basil saptanan alt solunum yolu örnekleri (n=108) işleme alınmış; standart besiyerlerinin yanı sıra örnekler, KKA’nın yarısına doğrudan diğer yarısına ise Middlebrook 7H9 sıvı besiyerinde 48 saat inkübe edildikten (M-7H9+KKA) sonra ekilmiştir. Örneklerin 75’i OSB (%69.4), 73’ü L-J (%67.6), 72’si ise M-7H9+KKA’da (%66.7) üretilebilmiştir. Doğrudan KKA’ya ekilen sadece bir örnekte (%1) üreme saptanmıştır. İzolasyon süresi OSB’de 14.57 gün iken, L-J’de 26.10 ve M-7H9+KKA’da 18.74 gün olarak saptanmış olup, izolasyon süreleri arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı saptanmıştır (p<0.001).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak; mikobakteri izolasyonunda OSB etkin ve hızlı sonuç veren ama maliyeti en yüksek seçenektir. Düşük maliyetli L-J ise geç izolasyon dezavantajına sahiptir. KKA, bakterinin ilk izolasyonunda en düşük etkinliği sergilemekle birlikte, M-7H9 ile zenginleştirme, besiyerini OSB ve L-J ile kıyaslanabilir düzeye çekmiştir. M-7H9+KKA yöntemi maliyet ve etkinlik açısından L-J’ye benzerlik gösterirken süre açısından üstünlük sağlamıştır. Çalışmamızın sonuçlarına göre otomatize sistemlere sahip olamayan laboratuvarlar için M-7H9+KKA yöntemi uygun bir alternatif olabilir.
INTRODUCTION: Isolation of the causative agent is the gold standard for the diagnosis of tuberculosis. Most commonly used culture media for isolation are Lowenstein-Jensen(L-J) and automatic liquid medium(ALM). However, the cost and growth time are still an important concern. In this study, performance of 5% sheep blood agar(SBA) was investigated.
METHODS: Samples from lower respiratory tract(n=617) which were collected at laboratories of Marmara University Hospital and Sureyyapaşa Chest Diseases Hospital were inoculated on ALM, L-J and SBA.
RESULTS: Growth was observed in 38 samples. Thirty six strain were grown on ALM(%5.8),31 on L-J(%5) and only 5 on SBA(%0.8); isolation days of 14.53, 29.09 and 19.2 respectively. In the study period, we also inoculated 108 lower respiratory tract samples which were positive for acid fast bacteria, on ALM, L-J and SBA. For SBA inoculation, samples were seeded after enrichment by incubation in Middlebrook-7H9 broth for 48 hours. Totally, 75 of the samples(%69,4) exhibited growth in ALM, 73(%67,6) on L-J and,72(%66,7) on M-7H9+SBA, requiring isolation time of 14.57 days for ALM, 26.10 days for L-J and, 18.74 days for M-7H9+SBA. Where as difference of isolation time between these media were determined to be statistically meaningful (p<0.001).
DISCUSSION AND CONCLUSION: SBA showed comparable growth rates with that of ALM and L-J media and was superior than L-J in respect to isolation time while their costs were similar. According to the results of our study, M-7H9+SBA method might be an alternative for laboratories where automated systems are not available.

CASE REPORT
18.Two Cases Who were Admitted to the Ophthalmology Outpatient Clinic with A Complaint of Blurred Vision and Diagnosed with Stroke
Dilbade Yıldız Ekinci, Sadık Etka Bayramoğlu, Nihat Sayın, Mehmet Erdoğan, Zuhal Bayramoğlu, Nevroz Ünlü
doi: 10.5222/iksstd.2019.88942  Pages 82 - 86
Akut iskemik inme, tüm dünyada en sık mortalite ve morbiditeye sebep olan hastalıklar arasındadır. Hastalarda sıklıkla motor defisitler ön plandadır. Ancak birçok hastada dokunma, işitme ve görme vs. ile ilgili duyusal kayıplar da meydana gelmektedir. Görme ile ilgili sıklıkla renkli görmede bozukluk, görsel halüsinasyonlar, görme alanında defektler gelişmektedir. Görme alanı hasarı sıklıkla oksipital ve temporal lob lezyonlarında, orta ve posterior serebral arter infarktlarında görülmektedir.
İnme geçiren hastalar sıklıkla ekstremitelerde güçsüzlük, konuşma bozukluğu, bilinç bulanıklığı şikayeti ile acil polikliniklerine başvurup tanı almakta ve tedavi edilmektedir. Günlük pratikte göz hastalıkları polikliniklerine görme kaybı ya da görme bulanıklığı şikayeti ile başvurup, yapılan tetkikler sonucu inme tanısı konulması nadir görülmektedir. Bu yazıda kliniğimize görsel semptomlarla başvurup oftalmolojik muayenelerinde patoloji saptanmayan, yapılan görme alanı testi sonucu defekt saptanıp, inme tanısı alan iki hastanın klinik bulguları anlatılmaktadır.
Acute ischemic stroke is a common cause of mortality and morbidity worldwide. Motor deficits are often the main problem in these patients. However, sensory losses related to touch, hearing and sight also occur in many patients. Impaired color vision, visual hallucinations, and visual field defects often develop as regards vision. Visual field damage is often seen in occipital and temporal lobe lesions and middle and posterior cerebral artery infarcts.
Patients who have stroke often present to the emergency outpatient departments with weakness in the extremities, speech impairment, and unconsciousness. It is rare in daily practice for a stroke diagnosis to be made after the patient presents to an ophthalmology outpatient department only complaining of visual loss or blurred vision. We present clinical findings of two patients who presented to our clinic with visual symptoms, were found to have no ophthalmic pathology, and were diagnosed with stroke after the visual field test revealed defects.

19.Giant Adrenal Myelolipoma Occurring in the Post-Pregnancy Period
Emine Sümeyye Atalay, Hakan Erpek, Mustafa Gök, Nuket Özkavruk Eliyatkin
doi: 10.5222/iksstd.2020.93723  Pages 87 - 90
Adrenal miyelolipom nadir görülen benign bir tümördür ve adrenal tümörlerin çoğunun aksine endokrinolojik olarak inaktif bir tümördür. Matür yağ doku ve histopatolojik inceleme sırasında saptanan aktif kemik iliği bileşenleri tanısal ipuçlarıdır. Genellikle küçük boyuttadır, tesadüfen tespit edilirler. Kesin etiyolojisi henüz saptanmamıştır. Bununla birlikte çok sayıda etiyopatogenetik faktör tanımlanmıştır. Adrenal bezde hematopoetik kök hücre embolizasyonu en olası teorilerden biridir.
Bu olgu sunumunda, 10 ay önce gebeliği tamamlanan ve gebeliği süresince hızla ilerleyen dev adrenal miyelolipom gelişen 31 yaşında bir hastayı sunuyoruz. Literatür bulgularına göre, çalışmada sunulan olgumuz, doğum sonrası dönemde karın ağrısı ile başvuran ilk vakadır. Neredeyse 10 ay boyunca bu giderek artan bu kitlenin hamilelikle ilişkili olabileceğini düşünüyoruz.
Adrenal myelolipoma is rare benign tumor, and contrary to most of the adrenal tumors it is an endocrinologically inactive tumor. Mature adipose tissue, and active bone marrow components detected during histopathological examination are diagnostic clues. They are generally small in size, and detected incidentally. Its exact etiology has not been determined yet. However multiple number of etiopathogenetic factors have been defined. Hematopoietic stem cell embolization in the adrenal gland is one of the most probable theories.
In this case report we present a 31-year-old patient whose pregnancy is terminated 10 months previously and developed rapidly progressive giant adrenal myelolipoma during the course of her pregnancy. According to literature findings, our case presented in the study is the first case who presented with abdominal pain during postpartum period. We think that this progressively increasing mass during nearly 10 months might be related to pregnancy.

LETTER TO THE EDITOR
20.Effective Treatment of Hepatotoxicity due to Mushroom Poisining with Therapeutic Plasma Exchange
Nihal Akçay, Ülkem Koçoğlu Barlas, Kübra Boydağ Güvenç, Güner Özçelik, Esra Şevketoğlu
doi: 10.5222/iksstd.2020.59023  Pages 91 - 92
Abstract |Full Text PDF