E-ISSN: 2822-6771
Volume : 3 Issue : 2 Year : 2024
Quick Search
COMPREHENSIVE MEDICINE - : 3 (2)
Volume: 3  Issue: 2 - 2011
REVIEW
1.Thyroid function in preterm newborns
Sultan Kavuncuoğlu, Tutku Özdoğan
Pages 49 - 54
Tiroid hormonları yaşam oranları artan çok düşük doğum ağırlıklı bebeklerin somatik ve nörolojik gelişimleri için önemlidir.Bu bebeklerde görülen geçici hipotiroksinemi; özellikle 28 haftadan küçük doğan bebeklerde düşük T4 ve T3 ile normal TSH düzeyleriyle seyreden ve postnatal 6 hafta civarında tiroid fonksiyonlarının normale döndüğü bir sendromdur ve tedavisi konusunda henüz elimizde yeterli kanıt yoktur. Bu derleme konuyla ilgili soru işaretlerini ortadan kaldıracaktır.
Thyroid hormones are required for normal development of the human brain. Preterm infants are already vulnerable to an adverse neurodevelopmental outcome. One of the problems of preterm newborns is transient hypothyroxinemia of prematurity (THoP) which is a common finding in the neonatal intensive care unit (NICU). Although several randomized controlled trias have evaluated the effect of thyroid supplement in premature infants, none have identified significant benefit in either short- or long-term outcomes.

RESEARCH ARTICLE
2.The Comparison of Type and Properties of Delivery Between Health Workers and Non Health Workers.
Alpaslan Akyol, Şebnem Gönen Yağcı, Ali İsmet Tekirdağ
Pages 55 - 63
AMAÇ: Bu kesitsel çalışma 90 sağlık personeli 90 sağlık personeli olmayan gebede doğum şeklini araştırmak için yapılmıştır.
YÖNTEMLER: Her bir katılımcıya doğum şekli ve bunun nedenleri ile ilgili sorular yöneltildi.
BULGULAR: Sağlık personeli olan gruptaki gebelerin ortalama doğum yaşları diğer grupdan daha fazla, eğitim düzeyleri diğer gruptan daha yüksek olup aradaki farklar istatistiksel olarak anlamlıdır.(P<0.001, P<0.01). Sağlık personelinde vajinal doğum oranı %39 sezaryen doğum oranı %61, diğer grupta bu oran sırasıyla %61.2 ve %38.8 bulunmuştur. Gruplar arası farklar istatistiksel olarak anlamlıdır (p=0.003). Sağlık personelinde gebeliğin planlı olması özelliği ve gebeliğin daha sık ve muntazam izlenmesi diğer gruptan istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.(p=0.04, p=0.0002). Sağlık personeli için yapılan sezaryenlerin %61.8’i anne isteğine bağlı iken, bu özellik sağlık personeli olmayan grupta %37.1 bulunmuştur. İki grup arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlıdır. (p=0.03) Doğumdan sonra cinsel hayatta zorluk, disparoni sağlık personeli grubunda daha olumlu ve az oranda oluşmuştur. Gruplar arası fark istatistiksel olarak anlamlıdır.(p<0.001).
SONUÇ: Sağlık personeli grubunda sağlık personeli olmayan gruba göre sezaryen doğum şeklinin istatistiksel olarak daha fazla olduğu gösterilmiştir. Bu farkın oluşmasında anne isteğine bağlı pay önemli yer tutar.
OBJECTIVE: This cross-section survey is conducted to investigate with 90 pregnant women who are health workers and 90 pregnant women who are non-health workers.
METHODS: Delivery type and the reason for the delivery type are asked to each participant.
RESULTS: Average age of the pregnant women who are health workers and their level of education are higher than the other group and the difference between these two groups is statistically significant (p<0.001, p<0.01). The percentage of vaginal delivery and the percentage of cesarean are 39% and 61% for health workers group respectively. For the non-health workers group, the percentages of vaginal delivery and cesarean are 61.2% and 38.8% respectively. The differences between groups are statistically significant with p<0.003. In this survey, the characteristic of the health workers group is that their pregnancy is planned and the progression of the pregnancy period is frequent and coordinate is found to be statistically significantly different compared to the other group.(p=0.04, p=0.0002). The percentage of cesareans for health workers group is found to be 61.8% with maternal request whereas this percentage is 37.1% for the non-health workers group. The difference between two groups is statistically significant with p<0.03. The characteristics such as difficulty in sexual life, dyspareunia are found to be less frequent in health workers group and the difference between two groups is statistically significant (p<0.001).
CONCLUSION: The statistically significance of cesarean section over to vaginal delivery is shown between health workers than non health workers. Maternal request is the major factor for the difference.

3.Clinical experience in the complications of circumcision
Bahattin Aydoğdu, Gülay Aydın Tireli, Oyhan Demirali, Ünal Güvenç, Cemile Beşik Başdaş, Serdar Sander
Pages 64 - 67
Amaç: Kliniğimize başvuran sünnet komplikasyonları ve tedavileri ile ilgili deneyimin aktarılmasıdır.

Gereç: Kliniğimize 1987-2010 arasında dış merkezlerde sünnet edilip komplikasyon oluşması nedeni ile başvuran, yaşları 5 ay ile 10 yaş arasında değişen (ortalama: 4,6 yıl), 84 hastanın kayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir.

Bulgular: Olguların 31’i sünnet derisinin yetersiz kesilmesi ve glansa yapışması, 16’sı ikincil fimozis, 9’u üretral fistül, 8’i mea darlığı, 8’i dikiş hattında granülom ve inklüzyon kisti, 5’i peniste dönüklük, 3’ü kanama ve 2’si plastibell klampının glansı boğması yakınması ile kliniğimize başvurdular. Tüm hastalara genel anestezi altında düzeltici girişim yapıldı.

Sonuç: Önemsiz ve sıradan bir işlem gibi görülmesine karşın sünnet sağlam bir vücut parçası üzerinde uygulanan gerçek bir ameliyattır. Her cerrahi işlem için geçerli olması gerektiği gibi sünnetin de ameliyathane koşullarında, işlemle ilgili cerrahi deneyimi olan hekimler tarafından yapılması komplikasyonların önlenmesinde önemli rol oynayacaktır.
Purpose: This study revealed the treatment of children with complications of circumcision who admitted our clinic during twenty-three years.
Material and Method: Eightyfour patients who were operated in another center and admitted to our clinic between 1987-2010,with various complications of circumcision were analysed retrospectively. Mean age was 4.6 years (5 month-10 years). There were inadequate circumcision and skin adhesions to the glans (31), secondary phymosis (16), urethral fistula (9), meatal stenosis (8), granulom and inclusional cyst within the suture line (8), penile torsion (5), bleeding (3), and occlusion of the glans with plastibell clamp (2). All the patients were reoperated under the general anesthesia.
Results: Pediatric circumcision is an important surgical intervention. It must be done in operating room by a pediatric surgeon therefore complications would be prevented.

4.Bacteria Isolated From Pediatric Hematology Oncology Clinic Patients And Their Antibiotic Susceptibility Patterns
Arzu Akçay, Özden Türel, Deniz Tuğcu, Gönül Aydoğan, Selcen Kazancı, Ferhan Akıcı, Zafer Şalcıoğlu, Nagihan Özlü, Hülya Şen, Önder Ulucaklı, Rengin Şiraneci
Pages 68 - 73
AMAÇ: Çocuk Hematoloji-Onkoloji Servisi’ndeki yatan hastalardan bir yıl süresince alınan materyallerin kültür üremelerini değerlendirerek, bakteriyel etkenlerin dağılımı ve antibiyotik dirençlerinin belirlenmesi.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda Ocak 2007-Ocak 2008 tarihleri arasında hastalardan ateş varlığında ve/veya enfeksiyon şüphesiyle alınan kan, idrar, yara sürüntüsü, balgam, gaita, beyin omurilik sıvısı (BOS) ve boğaz kültürü sonuçları ve üreyen bakterilerin antibiyotik direnç durumu retrospektif olarak incelendi.
BULGULAR: İncelenen 650 örneğin 48’inde (%7,3) anlamlı bakteri üremesi mevcuttu. Kan kültürlerinin 37’sinde (%8.2), idrar kültürlerinin 7’sinde (%5.9), yara yeri kültürlerinin ise 4’ünde (%40) üreme olurken gaita, balgam, boğaz ve BOS kültürlerinde ise üreme gözlenmedi. Kan kültürü üremelerinin %70’i Gram pozitif bakterilerden oluşmaktaydı. Toplam olarak elde edilen 52 izolatın arasında en sık koagülaz negatif stafilokoklar (%25), Klebsiella pneumoniae (%17.3), Escherichia coli (E. coli) (%15.3) ve enterokoklar (%15.3) yer almaktaydı. Stafilokok izolatlarının %90’ı penisilin ve klindamisine dirençli iken hiçbirinde vankomisin, teikoplanin ve linezolid direnci gözlenmedi. Kan kültüründen izole edilen 7 Enterococcus spp.’nin birinin vankomisine dirençli (VRE) olduğu belirlendi. Gram negatif mikroorganizmalar arasında E. coli’lerin %37.5’inde, K. pneumoniae kökenlerinin ise %35’inde genişlemiş spektrumlu beta laktamaz (GSBL) üretimi mevcuttu. Bir hastadan 2 kez izole edilen Pseudomonas aeruginosa suşunda çoklu ilaç direnci mevcuttu.
SONUÇ: Bağışıklığı baskılanmış hastalarda bakteriyel enfeksiyonlar sık görülmekte olup tedavi başarısı açısından antibiyotik duyarlılıklarının bilinmesi önem taşımaktadır.
OBJECTIVE: Evaluation of culture results of patients hospitalised at the Pediatric Haematology and Oncology Wards during one year period and to determine the bacterial etiology and antibiotic resistance patterns.
METHODS: Cultures (blood, urine, wound, stool, sputum, cerebrospinal fluid, and nasopharngeal swab) taken from patients hospitalised during January 2007 and January 2008 due to fever and/or suspicion of infection were evaluated for bacterial etiology and antibiotic resistance, retrospectively.
RESULTS: Significant bacterial growth was detected in 48 (7.3%) of 650 cultures. Blood, urine and wound cultures were positive in 8.2%, 5.9% and 40% of specimens, respectively. Sputum, nasopharyngeal, stool and cerebrospinal fluid cultures did not reveal any growth. Gram positive cocci were the leading bacterial pathogen in blood cultures (70%). Among 52 isolates, coagulase negative staphylococci (25%), Klebsiella pneumoniae (17.3% ), Escherichia coli (E. coli) (15.3%) and enterococci (15.3%) were most commonly detected. Among 7 Enterococcus spp. isolated from blood one was vancomycin resistant (VRE). 90% of staphylococci isolates were resistant to penicilline and clindamycin while all were sensitive to vancomycin, teicoplanin and linezolide. 37.5% of E. coli isolates and 35% of K. pneumoniae isolates were extended spectrum beta-lactamase (ESBL) positive. Pseudomonas aeruginosa isolates detected twice from one patient was multi drug resistant.
CONCLUSION: Bacteria are a common cause of infection in immunosuppressed patients. Knowledge about antibiotic susceptibility pattern is important for appropriate therapeutic approach.

5.Evaluation of Pediatric Migraine Patients
Barış Ekici, Saygın Abalı, Murat Sütçü, Betül Bozkurt, Burak Tatlı, Nur Aydınlı
Pages 74 - 78
AMAÇ: Migren tanısı almış çocuk hastaların klinik özelliklerini ortaya koymak
YÖNTEMLER: Çalışmaya İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Nörolojisi Bilim dalı polikliniğinden Ocak 2008 ile Aralık 2009 tarihleri arasında migren tanısı konularak izlenen hastalar alındı. Hasta bilgilerine dosyaların retrospektif olarak incelenmesiyle ulaşıldı. Migren tanısı için Uluslararası Başağrısı Topluluğunun 2004 tanı kriterlerinden yararlanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 55’i erkek, 53’ü kız toplam 108 hasta alındı. Erkek hastaların yaş ortalaması 10.3 yıl (+- 2,5), kızların ise 10 (+-2,8) yıldı. Baş ağrısı sıklığı 9 hastada hergün, 40 hastada haftada 2-6 kez, 27 hastada haftada 1 kez, 32 hastada ayda 1-3 kez olarak bildirildi.Hastaların %38.9’unun ailesinde migren hikâyesi vardı. Baş ağrısını tetikleyen faktörler 35 hastada stres, 14’ünde gürültü, 11’inde yoğun ışık, 10’unda yorgunluk, 3’ünde açlık ve 3 hastada kalabalık ortam olarak saptandı. Baş ağrısı % 91.7 hastada çift taraflı iken %8.3 hastada tek taraflıydı. Baş ağrısı sırasında fiziksel aktivitenin %32 hastada ağrıyı arttırdığı, %60.2 hastada ağrıya bulantı-kusmanın eşlik ettiği, %76 hastada ağrıya fonofobi-fotofobinin eşlik ettiği saptandı. Ağrı etyolojisine yönelik yapılan tetkikler ile diğer nedenler dışlandıktan sonra aralıklı analjezik uygulanması 63 hastada tercih edilirken 45 hastaya koruyucu tedavi başlanmıştı. Koruyucu tedavi olarak 36 hastada flunarizin tercih edilmişti ve 29/36 hastada ağrı şiddetinde ve sıklığında azalma olduğu bildirilmişti
SONUÇ: Çocuklarda migren tipi baş ağrısının erişkinlerin aksine çoğunlukla çift taraflı oluşu, ağrının daha kısa sürmesi tanısal değerlendirmede dikkate alınmalıdır. Başağrısına eşlik eden bulantı-kusma ve fonofobi-fotofobi migren tipi baş ağrısını düşündürtmelidir.. Çocukluk çağı migreninde koruyucu tedavi seçeneklerinden birisi de flunarizindir.
OBJECTIVE: To determine the clinical features of pediatric patients diagnosed with migraine
METHODS: Patients followed with the diagnosis of migraine at child neurology outpatient clinic of Istanbul Faculty of Medicine between January 2008 and December 2009 were evaluated. Retrospective study design was used. International Headache Society 2004 diagnostic criteria were used for the diagnosis of migraine.
RESULTS: 55 boys and 53 girls were included into study. Mean age of boys was 10.3 years (+- 2.5), while girls was 10 years (+-2.8). Headache frequency was everyday in 9 patients, 2-6 times/w in 40 patients, 1 times /w in 27 patients, 1-3 times/m in 32 patients. Family history was remarkable in 38.9% of patients. Stress was the trigger for headache in 35 patients, noise in 14, intense light in 11, fatigue in 10, hunger in 3 and crowdedness in 3 patients. Headache was bilateral in 91.7% of patients and unilateral in 8.3%. Physical activity aggravates headache in %32 of patients and headache accompanied with nausea and vomiting in 60.2% patients, headache accompanied with phonophobia-photophobia in %76 of patients. After ruling out other causes of headache, analgesic drugs were used by 63 patients, while 45 of patients were evaluated for preventive therapy. Flunarizine was chosen as a preventive agent in 36 patients and 29/36 reported alleviation in pain intensity and frequency.
CONCLUSION: Migraine in children is often bilateral and has a shorter duration. When headache is accompanied with nausea,vomiting and phonophobia-photophobia, migraine must be considered in diagnosis. Flunarizine is one of the appropriate preventive agents for migraine

6.Investigation of cases followed as pneumothorax in neonatal intensive care unit between 2004-2008
Ayşe Sibel Özbek, Sultan Kavuncuoğlu, Sezen Ugan Atik, Esin Yıldız Aldemir, Müge Payaslı, Serdar Sander
Pages 79 - 85
AMAÇ: Pnömotoraks; yenidoğan döneminde solunum sıkıntısı yapan nedenlerden biri olup, mekanik ventilasyon tedavisi, mekonyum aspirasyonu sendromu (MAS), respiratuar distress sendromu (RDS) ve perinatal asfiksi (PNA) nedeniyle canlandırma işlemi uygulanan olgularda gelişme riski yüksektir. Semptomatik veya asemptomatik seyredebilir. Bu çalışmada hastanemiz üçüncü düzey yenidoğan yoğun bakım ünitesinde semptomatik pnömotoraks saptanan ve izlenen olgular geriye dönük olarak incelendi.
YÖNTEMLER: Yenidoğan Yoğun Bakım ünitesinde (YYBÜ) Ocak 2004-Aralık 2008 tarihleri arasında pnömotoraks tanısıyla izlenen 112 olgu geriye dönük olarak değerlendirildi. Olguların demografik özellikleri, aldığı tanılar, tedavi girişimleri, YYBÜ’de yatış süreleri ve prognoz irdelendi.
BULGULAR: 2004 - 2008 yılları arasında neonatoloji ünitemize 26093 hasta yatırılarak bunların 1821’i üçüncü düzey YYBÜ de izlendi. Solunum sıkıntısı nedeni ile izlenen 1638 hastanın 112 sinde pnömotoraks saptandı. Çalışmamızda neonatoloji ünitesinde yatan hastalarda semptomatik pnömotoraks sıklığı %0.43 iken, solunum sıkıntısı nedeniyle YYBÜ’de izlenenlerde sıklık %6,8 idi. Erkeklerde ve term bebeklerde sıklık yüksek idi. Çoğu olguda pnömotoraks gelişimi tek taraflı olup yerleşimi sağ taraftaydı. Çalışmamızda 82 olguda mekanik ventilasyon uygulanmadan spontan pnömotoraks gelişirken, 30 olguda pnömotoraks mekanik ventilasyon seyrinde tanımlandı. Olguların %20.5’i kaybedildi.
SONUÇ: Çalışmamızda yer alan olgularda görülen pnömotoraksın en sık nedenleri; yenidoğanın geçici taşipnesi (TTN) ve RDS idi. Mortaliteyi etkileyen en önemli faktörlerin düşük gestasyon haftası ve doğum odasında resüsitasyon olduğu saptandı.
OBJECTIVE: Pneumothorax is one of the important etiologic factors in newborn which causes respiratory distress. Pneumothorax usually occurs in newborns under mechanical ventilation. Respiratory distress syndrome, meconium aspiration syndrome and resuscitation after birth may also cause pneumothorax. We retrospectively reviewed patients who were hospitalized for pneumothorax in our newborn intensive care unit.
METHODS: Between January 2004 and December 2008 112 cases were treated because of pneumothorax. These cases were evaluated according to gestational age, primary lung pathology, weight, and side of pneumothorax.
RESULTS: Between January 2004 and December 2008 26093 cases were treated in our neonatology unit. Pneumothorax was detected in 112 patients among 1638 cases who were treated because of respiratory problems. The incidence of pneumothorax in the neonates treated in our intensive care unit was found to be 0,43 %. Frequency of pneumothorax was higher in males and term infants. Additionally unilateral and right pneumothorax was seen more often. In our study; pneumothorax developed before mechanical ventilation in 82 patients, while during mechanical ventilation support in 30 patients. The mortality was %20.5.
CONCLUSION: Most common risk factors in our study was respiratory distress syndrome and transient tachypnea of newborn. Low gestation age and cardiopulmonary resuscitation were detected as factors increasing mortality.

CASE REPORT
7.Life Rescue Approach in Necrotizing Fasciitis, Early Diagnosis and Aggressive Debridement: A Case Report
Mehmet Sıdddık Evsen, Muhammet Erdal Sak, Hatice Ender Soydinç, Sadullah Girgin, Mehmet Zeki Taner
Pages 86 - 89
Nekrotizan fasiit cilt, cilt altı yumuşak doku ve fasyasının, ilerleyeci nekrozu ile karakterize invaziv bir enfeksiyonudur. Yetmiş yaşında diabeti olan hasta, vulvar bölgede gelişen şişlik ve ağrı nedeniyle kliniğimize başvurdu. Fizik muayenede sağ vulvar kısımda şişlik, kızarıklık, hemorajik bül formasyonu ve nekroz izlendi. Klinik olarak nekrotizan fasiit tanısı konulan hastada acil agresif cerrahi debritman ve geniş spektrumlu antibiyotik tedavisi uygulandı. Yatışından 6 hafta sonra şifa ile taburcu edildi. Bu makalede erken tanı ve acil cerrahi müdahale ile düzelen vulvar nekrotizan fasiit olgusunu sunmayı amaçladık.
Necrotizing fasciitis is an invaziv infection characterized by progressive necrosis of the skin, subcutaneous tissue and fascia. Seventy year-old diabetic patient was evaluated for swelling and pain on the vulvar region. Physical examination revealed swelling, erythema, hemorrhagic bullae formation and necrosis in the right vulva. The patient was diagnosed as necrotising fasciitis, with emergent extensive debridement the necrotic tissues removed and broad-spectrum antibiotic treatment was initiated. She was discharged 6 weeks after admission. İn this article we aimed to present vulvar necrotising fasciitis which is improved by early diagnoses and emergent surgical treatment.

8.A case of alobar holoprosencephaly associated with cebocephaly
Sinan Hasan Uslu, Ümran Çetinçelik
Pages 90 - 94
Amaç: Alobar holoprozensefali, prozensefalonun inkomplet bölünme ve morfogenezinden kaynaklanan ağır yüz defektleri ile karakterize nadir görülen bir beyin malformasyonudur. Gebeliğin erken döneminde ultrasonografik olarak tespit edilebilmektedir. Bu olguyu sunmaktaki amacımız annenin gebeliğinin ilk iki trimesterinde antenatal izlemi olan fakat prenatal tanı konulamayan alobar holoprozensefalili yenidoğanı literatür bilgileri eşliğinde tartışmaktır.
Olgu: Zamanında doğan kız bebek ağır yüz anomalileri nedeniyle yenidoğan yoğun bakım ünitesine kabul edildi. 21 yaşındaki annenin gestasyonel diabeti vardı ve ilk 2 trimesterde antenatal izlemi yapılmıştı. Bebeğin baş muayenesinde sebosefali (hypotelorizm, tek burun deliği) saptandı ve magnetik rezonans incelemesi ile alobar holoprozensefali tanısı kondu.
Sonuç: Fetal ultrasonografi ile antenatal izleminde rağmen tanısı konulamayan ve canlı olarak doğurtulan sebosefalinin eşlik ettiği alobar holoprozensefali tanılı olgumuz, ülkemizde bu konuda özel eğitim alınmasının gerekliliğini göstermektedir.
Objective: Alobar holoprosencephaly is rarely seen and characterised by severe median malformations of the brain and face due to incomplete cleavage and morphogenesis of the prosencephalon. Alobar holoprosencephaly can be diagnosed with ultrasonography at the early antenatal period. The aim of this case presentation is to demonstrate the undiagnosed newborn with alobar holoprosencephaly despite the early antenatal monitoring during the first two trimester and its discussion within the current context of the literature on this anomaly.
Case: At postnatal 2 hours, full term, female infant was admitted to the neonatal intensive care unit because of major facial anomaly. A 21-year-old mother had a gestational diabetes, and antenatal care were carried out during the first two trimester. Physical examination of the head exam revealed cebocephaly (hypotelorism, single-nostril nose) and alobar holoprosencephaly was diagnosed with magnetic resonance findings.
Conclusion: Herein presented alobar holoprocencephaly case associated with cebocephaly was not diagnosed antenatally despite fetal ultrasonographic examination, emphasize that special education is needed in our country.