E-ISSN: 2822-6771
Volume : 9 Issue : 1 Year : 2024
Quick Search
COMPREHENSIVE MEDICINE - : 9 (1)
Volume: 9  Issue: 1 - 2017
RESEARCH ARTICLE
1.Could Chlamydia Trachomatis-IgG serology be used for diagnosing Ectopic Pregnancies and predicting treatment outcome?
Eser Sefik Ozyurek, Salih Yılmaz, Cenk Ozdalgıçoglu, Evren Akmut, Baki Erdem, Mevlide San, Salman Işık
doi: 10.5222/iksst.2017.001  Pages 1 - 7
GİRİŞ ve AMAÇ: Chlamydia Trachomatis-IgG seropozitifliğinin ektopik gebelik olgularını normal reprodüktif özgeçmişi olan olgulardan ayırd ediciliği varmıdır?. Medikal tedavi veya izlem kararı verilmiş olgularda Chlamydia Trachomatis-IgG seropozitifliği başarıyı öngörebilirmi?.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hasta grupları prospektif olarak, ektopik gebelik tanısı almış ve metotrexat tek doz tedavisi ile başarılı olunmuş (Grup 1) veya metotreksat ile tedavisi başarısız olmuş ve opere edilmiş olgulardan oluşturuldu (Grup 2). Kontrol grubunu oluşturan olguların (Grup 3) özgeçmişlerinde ektopik gebelik yoktu. Tüm olgulardan kan örnekleri serumları ayrıştırılıp seroloji laboratuarında çift-antijen sandwich tekniği ile ELISA testi kullanılıp serumlarda IgG-Chlamydia Trachomatis ölçümleri semi-kantitatif olarak yapıldı. 3 grup demografik, ektopik gebelik bulguları ve seroloji sonuçları açısından karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 89 olgu dahil edildi: (Grup 1: 30; Grup2: 29; Grup3: 30). Grup 2 hasta ortalama yaşı anlamlı olarak Grup 3 ortalama hasta yaşından daha yüksekti (31.5±1.3 ve 27.4±1). Ortalama abortus sayısı Grup 1’de Grup 3’ten daha yüksekti (0.6±0.2 ve 0.03±0.03).. Serbest peritoneal sıvı varlığı Grup 2’de Grup 3’den daha yüksek oranda mevcuttu. Adneksiyal kitle varlığı Grup 1 ve 2 arasında fark yoktu. Grup (1 ve 2) ile Grup 3 arasında anlamlı bir fark mevcuttu. Grup 2 kan β-hCG konsantrasyonları Grup 1 olgularından anlamlı olarak daha yüksekti (1493.3±359.5 mIU/ml ve 5917.3±945.5 mIU/ml). Chlamydia Trachomatis IgG pozitiflik oranları: Grup 1,2 ve 3 arasında (46.7%, 44.8% and 33.3); ve (Grup 1+Grup 2) vs Grup 3 karşılaştırmasında anlamlı farklılık göstermedi (45.8% and 33.3).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Chlamydia serolojisi dış gebelik olgularını dış gebelik hiç geçirmemiş olgulardan; veya metotreksat tedavisinde başarılı olunmuş olguları cerrahi ile tedavi gereği duyulmuş olgulardan ayırdedici değildir.
INTRODUCTION: To define if Chlamydia Trachomatis-IgG seropositivity can discriminate ectopic pregnancy cases and women with normal reproductive histories; and whether Chlamydia Trachomatis-IgG seropositivity could predict therapeutical success when medical management is preferred.
METHODS: In a prospective design, 3 patient groups were formed, (Group 1): patients diagnosed as ectopic pregnancy and succesfully treated with methotrexate; (Group 2): failed with methotrexate and surgically treated; (Group 3): the control group being healthy with no history of ectopic pregnancies. Serum isolated from all blood samples and analysed with the double sandwich ELISA technique to semiquantitatively measure IgG-Chlamydia Trachomatis-IgG concentrations.
RESULTS: Cases were included in the study: (Group 1: 30; Group2: 29; Group3: 30). The mean age in Group 2 was significantly older than Group 3 (31.5±1.3 and 27.4±1) and similar to group 1. The mean number of abortions in Group 1 was higher than Group 3 (0.6±0.2 and 0.03±0.03). Free peritoneal fluid was observed in a higher proportion in Group 2 than Group 3. Adnexial masses were observed in a similar proporton of cases in Groups 1 and 2; but in both, significantly higher than Group 3. The β-hCG concentrations were higher in Group 2 than in Group 1 (1493.3±359.5 mIU/ml and 5917.3±945.5 mIU/ml). The Chlamydia Trachomatis IgG positivity were similar in all Groups 1,2 and 3 (46.7%, 44.8% and 33.3); and the Groups (1 and 2) compared with Group 3 (45.8% and 33.3).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Chlamydia serology (Chlamydia Trachomatis-IgG) can not be used to discriminate ectopic pregnancies from healthy cases; and can not predict successful treatment with methotrexate.

2.Effect of intrathecal fentanyl on incidence of post-spinal headache
Mehmet Yılmaz, Orhan Fındık, Sema Öncül, Elif Atar Gaygusuz, Osman Esen, Başar Erdivanlı, Cevdet Koçoğulları
doi: 10.5222/iksst.2017.008  Pages 8 - 14
GİRİŞ ve AMAÇ: Spinal anestezi alt ekstremite cerrahilerinde sıklıkla tercih edilmektedir. Spinal anestezinin hasta konforunu bozan post spinal baş ağrısı gibi çeşitli komplikasyonlar bulunmaktadır. Biz bu çalışmada heavy marcaine ilave edilen fentanilin post spinal baş ağrısı görülme sıklığı üzerine etkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Variköz ven cerrahisi planlanan hastalar randomize iki gruba ayrıldı. Kontrol grubuna 15 mg hiperbarik bupivakain, çalışma grubuna 15 mg hiperbarik bupivakain+20 mcg fentanil uygulandı.
BULGULAR: 206 hastaya (116 erkek, 90 kadın) ait veri analiz edildi. Post spinal baş ağrısı görülme sıklığı gruplar arasında benzerdi. Post spinal baş ağrısı ile ilişkili olan değişkenlerin multivaryant regresyon analizinde boy, alkol kullanımı, deneme sayısı, girişim öncesi parsiyel oksijen satürasyon değeri ve girişim sonrası 10.dakika kalp hızı post spinal baş ağrısı için bağımsız risk faktörleri olarak saptandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Spinal anestezi sırasında heavy marcaine ilave edilen 20 mcg fentanilin post spinal baş ağrısı üzerine etkisi bulunmadığını düşünmekteyiz. Ancak alkol kullanımı, lomber ponksiyon sayısı, bazal parsiyel oksijen satürasyon değeri ve girişim sonrası 10.dakika kalp hızı post spinal baş ağrısı için bağımsız risk faktörleri olarak saptandı. Bu değişkenlerle ilgili yeni çalışmalara ihtiyaç duyulduğu kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: Spinal anesthesia is often preferred for lower extremity surgery. There are various complications related to spinal anesthesia such as post-spinal headache which causes patient discomfort. In this study, we aimed to investigate the effect of fentanyl added to heavy marcaine over the incidence of post-spinal headache.
METHODS: The patients scheduled for varicose vein surgery were randomized into two groups. 15 mg hyperbaric bupivacaine was given to the patients in the control group, where 15 mg hyperbaric bupivacaine and 20 mcg fentanyl were given to the patients in the study group.
RESULTS: Data of 206 patients (116 male, 90 female) were analyzed. The incidences of post-spinal headache were similar in both groups. With multivariate regression analysis of variables related to post-spinal headache, height, alcohol usage, the number of trials for injection, the value of partial oxygen saturation before intervention and the heart rate of the patient measured on the 10th minute following the intervention were found as independent risk factors for post-spinal headache.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We think that 20 mcg fentanyl added to heavy marcaine during spinal anesthesia had no effect over post-spinal headache. However, alcohol usage, the number of lumbar punctures, basal partial oxygen saturation value and the heart rate of the patient measured on the 10th minute following the intervention were found as independent risk factors for post-spinal headache. We believe that there is need for new studies on these variables.

3.A comparison of minimally invasive anatomic plate and LRS external fixator in extraarticular distal tibia fractures
Ali Çağrı Tekin, Yunus İmren, Haluk Çabuk, Yunus Çağlar Türe, Süleyman Semih Dedeoğlu
doi: 10.5222/iksst.2017.015  Pages 15 - 22
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada ekleme ulaşmayan tibia alt uç kırıklarında minimal invasif anatomik plak ve LRS ekternal fikstör uygulanan hastaların fonksiyonel sonuçlarının değerlendirilmesini amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 2010-2013 yıllarında acil servise tibia distal kırığı ile başvurmuş AO 42 A2 toplam 30 hasta alındı. Grup 1’e Gustilo Andersen grade 1- 2 acık kırık olan ve minimal invvazif plak uygulanmış olan 15 hasta dahil edildi. Grup 2’ye kapalı kırıklar ve grade 1-2 açık kırıklara distal tibiayı içine alan LRS(limb rekonstruction system) fiksatör uygulamış olan hastalar dahil edildi. Grup1’deki hastalara ameliyat sonra yumuşak doku iyileşmesi içi atel uygulanırken grup2’deki hastalara uygulanmadı. Fonksiyonel sonuçlar Johner Wrusch kriterlerine göre değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya alınan hastaların yaşları 36(18-65) idi. Hastaların hepsinde tam kaynama elde edildi. Hastaların takip süreleri ortalama 16(10-20) ay idi Hastalarda eksternal fiksasyon kalış süreleri 4(3-5) ay idi. Hastalarda ek bir ekstremite ve organ yaralanması yoktu. Grup 1’deki hastaların hastanede kalış süreleri 2,5 (2-3) gün idi. Grup 2’deki hastaların hastanede kalış süreleri 1,5(1-2) gün idi. Grup 2’deki hastaların 4’ünde pin dibi enfeksiyonu görüldü. Antibiyotik tedavisine yanıt verdi. Pin değişimine ve çıkarılmasına ihtiyaç duyulmadı. Grup 1’deki hastaların parsiyel yüklenmeye 6. Haftada, tam yüke 10 haftada geçilirken, eksternal fiksatör yapılan grupta parsiyel yüklemeye 3. Gün, tam yüklemeye ağrı şiddetine göre genellikle 10 (8-14) gün sonra izin verildi. Her iki grupta kaynama sonrası ağrı şikayetine rastlanmadı. Her iki grupta da Johner Wrush kriterlerinin fonksiyonel sonuçları olarak mükemmel olarak değerlendirildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ekstra artiküler tibia alt uç kırıklarında iki yönteminde uygun hasta seçimi sonrası erken dönem sonuçlarında fonksiyonel açıdan oldukça iyidir.
INTRODUCTION: To reduce soft tissue damage in tibia distal fractures, various fixation and treatment methods have been described. We aimed to evaluate the functional results of patients applied with minimally invasive anatomic plate or external fixator for fractures in the distal third of the tibia not extending to the joint.
METHODS: The study included 30 patients who presented at the Emergency Department with a distal tibia fracture type AO 42A2 between 2010 and 2013. Group 1 comprised 15 patients with Gustilo-Andersen Grade 1-2 open fracture who were applied with minimally invasive plate. The 15 patients in Group 2 with closed fractures and Grade 1-2 open fractures were applied with a Limb Reconstruction System (LRS) fixator to the distal tibia. The functional results were evaluated according to the Johner Wrusch criteria.
RESULTS: The mean age of the patients was 36 years. The mean follow-up period was 16 months. The duration of the external fixator application was mean 4 months. The hospital stay was mean 2.5 days for the patients in Group 1 and mean 1.5 days for Group 2 patients Partial weight-bearing was achieved at 6 weeks and full weight-bearing at 10 weeks in Group 1. Partial weight-bearing was applied on the 3rd day in Group 2 with external fixator application and full weight-bearing was generally permitted after Day 10 (8-14) depending on the severity of pain. Full union was obtained in all the patients.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Both methods applied to extra-articular tibia distal fractures in selected patients provided very good early stage functiional results.


4.Retrospective analysis of 19 patients with ovarian or adnexal torsion
Mehmet Akif Sargın, Murat Yassa, Emrah Ergun, Emrah Orhan, Niyazi Tuğ
doi: 10.5222/iksst.2017.023  Pages 23 - 29
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu retrospektif çalışmada, kliniğimizde üç yıllık dönemde over ve adneksiyel torsiyon nedeniyle opere ettiğimiz hastaların, klinik, laboratuvar ve cerrahi müdahalelerinin bulgularının sunulması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Elektronik ortamda hasta kayıt ve hasta yatış dosyaları tarandı. Nisan 2013 ile Nisan 2016 tarihleri arasında acil servise başvuran, klinik ve fizik muayene bulgularına göre over ve adneksiyal torsiyon ön tanısıyla operasyona alınan, operasyon sırasında torsiyon izlenen hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Hastaların demografik özellikleri (yaş, evlilik durumu, gravide, parite, abortus), anamnezleri, fizik muayene bulguları, laboratuvar bulguları (tam kan), ultrasonografi bulguları, operasyon notları ve hastanede yatış süreleri kaydedildi
BULGULAR: Kayıtlarına ulaşılan 19 hasta çalışmaya dâhil edildi. Hastaların ortalama yaşı 29,94± 11,415 yıl bulundu. Hastaların %42.1’i virgo (n: 8), %57.8’ i evli veya cinsel aktifdi. (n: 11).Klinik semptom olarak Abdominal ve pelvik ağrı şikayeti tüm hastalarda gözlenmiştir Ultrasonografide Ortalama Kist Boyutu 77,47± 42 mm idi. Torsiyonların %84.2’ si (n: 16) sağ over veya adneksiyel bölgede izlendi. Cerrahi yönetim şekli olarak hastaların %63.1’inde (n: 12) laparatomi uygulandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Over ve adneks torsiyonlarının acil müdahalesi özelikle çocuklarda ve üreme çağındaki kadınlarda önemlidir. Klinik bulgular nonspesifik olmakla beraber cerrahi öngörü ve klinik şüphe tanı için en önemli birinci basamaktır. Cerrahi tedavide organ koruyucu yaklaşımlar mümkün olduğunca ilk tercih olmalıdır.
INTRODUCTION: In this retrospective study, it is aimed to share the clinical, laboratory and surgical results of the patients whom were underwent emergency operation due to ovarian and adnexal torsion in the last 3 years.
METHODS: All data of the patients were retrospectively analyzed. Patients were included who have applied to the emergency service between April 2013 and April 2016, underwent to a surgery with a prediagnosis of ovarian and adnexal torsion and whom diagnosis of torsion have confirmed during the surgery. Demographic features (age, marital status, gravidity, parity, abortus), physical examination findings, laboratory findings, ultrasonographic signs, operation notes and duration of hospitalization were noted.
RESULTS: 19 eligible patients with accessible records were included. Mean age was 29,94± 11,415 years. 42.1% of the patients were virgin and 57.8% of patients were married or sexually active (n: 11). Abdominal and pelvic pain were observed in all patients as clinical symptom. Ultrasonographically mean cysts size was 77,47± 42 mm. 84.2% of torsions (n: 16) were located at right ovary and adnexa. Out of all surgical procedures, laparotomy was performed in 63.1% of all cases (n: 12).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Early diagnosis and rapid surgery are substantial in particularly women at reproductive age and children. Although clinical symptoms are mostly nonspecific, clinical suspicious is substantial in early diagnosis. Organ preserving surgery should be the first line option in surgical management.

5.Changing Trends in the Management of Placental Incersion Anomalies in a Tertiary Center: Uterus Preserving Treatment Modalities
İsmail Özdemir, Salim Sezer, Deniz Açar, İbrahim Polat
doi: 10.5222/iksst.2017.030  Pages 30 - 36
GİRİŞ ve AMAÇ: Morbid aderan plasenta (MAP) vakalarında uterus koruyucu cerrahi için uyguladığımız yöntemleri sunmak.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Bölümünde 01 Temmuz 2015–31 Aralık 2016 tarihleri arasında yapılan plasenta yapışma anomalileri ameliyatları hasta dosyaları ve ameliyathane kayıtlarından retrospektif olarak taranarak değerlendirildi. MAP tanısı transabdominal, transvajinal ve renkli Doppler ultrasonografi ile kondu, serviks kısalığı ya da servikste lakünler veya kanlanması artan olgularda ayrıca spekulum ile serviks değerlendirildi. Uterus-mesane arası mesane hem dolu hem de boşken değerlendirildi. Ultrasonografik adeziv plasenta bulguları olan uterus-mesane arası hattın bozulması, uterin-mesane ara yüzü çıkıntısı, mesaneye uzanan köprü damarlar, mesaneye uzanan aberan damarlardan oluşan mesane-uterus ara yüzeyindeki hipervaskülarite, retroplasental hipoekoik alan kaybı, retroplasental artmış kan akımı ve plasental lakünler ultrason görüntüsü olarak kaydedildi
BULGULAR: : Kliniğimizde son 18 ay içinde plasenta previa nedeniyle 268 operasyon yapıldı, bu vakaların 129’unun plasenta akreta olduğu saptandı ve bu hastaların 57’sine histerektomi yapıldı ve 43 vakaya Bakri balon uygulandı ve 13 vakada segmenter rezeksiyon yapıldı. 2016 yılı ikinci yarısında MAP’lı 6 vakada operasyon sırasında aort klemplemesi ve 3 vakada ise bilateral ana illiak arter klemplemesi yapıldı. Klemp uygulanan olguların 8’inde uterus korundu. Serviks, parametrium ve vajene kadar yayılım gösteren bir akreta vakasında planlı histerektomi düşünüldü ve muhtemel kanamayı azaltmak için geçici aort ligasyonu sonrası histerektomi yapıldı. 3 vakada iki aşamalı cerrahi ile plasenta içeride bırakıldı (in situ) ve 3 gün sonra reoperasyon ile plasentalar çıkarıldı, eş zamanlı Bakri balon uygulandı ve uterus korundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Plasenta yapışma anomalilerinde uterus koruyucu cerrahi olarak kliniğimizde segmenter uterin rezeksiyonu uygulanırken son dönemlerde buna ek olarak, plasenta manuel olarak çıkarıldıktan sonra Bakri balon kullanılması, kısa süreli (3 gün) plasentanın içeride bırakılması ve aort ya da bilateral ana iliak arter klemplenmesi kliniğimizde uygulanmaya başlandı. Uterus koruyucu cerrahi ve daha az transfüzyon gereksinimi açısından, ilk sonuçlarımız ümit verici olarak görünmektedir
INTRODUCTION: To present the uterus preserving surgical procedures for the cases of morbidly adherent placenta (MAP).
METHODS: Surgeries for the placental adhesive disorders done between July 1st, 2015 and December 31st, 2016 at the Obstetrics and Gynecology Departments of Sağlık Bilimleri University İstanbul Kanuni Sultan Suleyman Education and Research Hospital were evaluated by reviewing the patient documents and operation records. MAP was diagnosed with transabdominal, transvaginal and color Doppler ultrasonography. In cases of cervical shortening, lacunae in the cervix, or increased vasculature in the cervix were evaluated with speculum as well. Uterus-bladder distance was evaluated both when the bladder was empty and full. Ultrasonographic signs of adhesive placenta such as disruption of the uterine–vesical interface, bulging of the uterine serosa–bladder interface, bridging vessels into the bladder, uterine-bladder interface hypervascularity with aberrant vessels extending into bladder, loss of the retroplacental hypoechogenic area, retroplacental increased blood flow and placental lacunes were recorded as ultrasonographic pictures.
RESULTS: : Plasenta previa was the cause of 268 operations in the last 18 months, these cases of 129 was found to be placenta accreta, 57 of which required hysterectomy and Bakri balloon was used in 43 patients and segmental resection was performed in 13 cases. In the second half of 2016, temporary aortic clamping was used in 6 MAP cases and bilateral common iliac artery clamping was used in 3 MAP cases. The uterus was preserved in the 8 of the cases of clamping while a planned hysterectomy was performed in one case after temporary aortic clamping to reduce hemorrhage due to presence of severe invasion to the servix, parametrium and vagina. In 3 cases, placentas were left inside the uterus (in situ placenta) by a two-step surgery, and after 3 days, the placenta was removed by reoperation, Bakri balloon were placed at the same time and uterus were preserved.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Recently, uterus preserving surgeries such as placement of Bakri balloon upon manual removal of placenta, short-term (3 days) retainment of placenta, and aorta or bilateral common iliac artery clamping procedures started to be practiced in our clinic in cases of placental adhesive disorders in addition to segmental uterine resection. The initial results are promising for utrerus-preserving surgeries and reduced need for transfusion

CASE REPORT
6.A Rare Cause of Dark Urine: ALCAPTONURIA
Ebru Şahin, Betül İlhan Bayram, Necla Yüce, Özgür Okumuş, Fatih Süheyl Ezgü, Ozan Özkaya
doi: 10.5222/iksst.2017.037  Pages 37 - 39
Giriş: Alkaptonüri otozomal resesif geçişli nadir görülen bir metabolizma hastalığıdır. Hastalık tirozin metabolizmasındaki homogentisat 1-2 dioksijenaz enzim eksikliği nedeniyle oluşur. Enzim eksikliğine homogentisik asit oksidaz gen mutasyonu yol açar bu gen 1996’da tanımlanmıştır. Sonuç olarak vücuttaki homogentisik asit kıkırdak ve fibröz dokuda birikir. Özellikle bağ dokusuna yerleşerek, okronozis denilen kahverengi-siyah koyulaşmaya neden olur. Çocukluk çağında sıklıkla beklemekle koyulaşan idrar şeklinde karşımıza çıkar. Nitisinon homogentisik asit seviyesini düşürerek etki göstermekle birlikte, uzun dönem etkinliğiyle ilgili yeterince deneyim yoktur.
Olgu: Bu çalışmadan 15 yaşında koyu renkte idrar yakınmasıyla başvuran bir erkek hasta sunulmuştur.
Sonuç: Alkaptonüri ciddi komplikasyonlarla seyredebilen, sistemik tutulumlu ilerleyici bir hastalıktır. Bu olgu ile idrar renginde koyulaşma nedeni ile başvuran çocuklarda özellikle aşikar bir neden saptanmadığında, alkaptonürinin de düşünülmesi gerektiği vurgulanmak istedik.
Introduction: Alkaptonuria is a rare autosomal recessive disorder of inborn errors of metabolism. Disease caused by deficiency of homogentisate 1-2 dioxygenase, which is associated with thyrosine metabolism. Deficiency of this enzyme is caused by mutation in homogentisic acid oxidase gene which described in 1996. The result is accumulation of homogentisic acid in collagenous structures throughout the body, especially in fibrous and cartilaginous tissue. Ochronosis consists of excessive deposition of homogentisic acid the connective tissue and present as brown or black pigmentation. The disease often manifests itself in childhood by darkening of urine on standing. Nitisinone efficiently reduces homogentisic acid production alkaptonuria although no experience is available regarding long-term efficacy.
Case Report: We reported a fifteen-year-old male patient diagnosed as alkaptonuria who had darkening urine.
Conclusion: Alkaptonuria is a progressive systemic disease and may cause serious complications in the future. By this case we wanted to emphasize the necessity of considering alcaptonuria in the differential diagnosis of disease children presenting with dark urine, especially when there is no apparent cause.

7.Lithium intoxication with low ejection fraction
Mehmet Yılmaz, Emine Yurt, İpek Yakın Düzyol, Atilla Kuntman, Ayşe Zeynep Turan
doi: 10.5222/iksst.2017.042  Pages 40 - 42
Lityum, bipolar bozukluk tedavisinde kullanılan en etkili ilaçlardan bir tanesidir. Lityum zehirlenmesi lityum kullanan hastaların yaklaşık %10-15’inde görülür. Lityum zehirlenmesi için ileri yaş, kadın cinsiyet, nörolojik hastalık varlığı, böbrek işlev bozukluğu risk faktörleri olarak belirtilmektedir. Bu risk faktörlerin iyi tanınması ve gerekli önlemlerin alınması lityum zehirlenmesi oranını düşürecektir. Lityum zehirlenmesinin tedavisinin ilk adımı, lityum alımının kesilmesi, sıvı elektrolit dengesinin düzenlenmesi ve yeterli hidrasyonun sağlanmasıdır. Bu olguda lityum kullanan düşük ejeksiyon fraksiyonlu hastada gelişen lityum zehirlenmesinin tedavisinde hemodiyafiltrasyonun önemi vurgulanmıştır.
Lithium is one of the most effective drugs in treatment of bipolar personality disorders. There is 10-15% risk of lithium intoxication in patients treated with lithium. There are several risk factors for lithium intoxication including older age, female gender, presence of neurological disorders andrenalin sufficiency. Better determination of these risk factors and taking measures may lower the rate of lithium intoxication.
The first step in treatment of lithium intoxication is discontinuation of lithium treatment, regulation of fluid and electrolyte imbalances and adequate hydration. In this case report, we emphasized the importance of hemodiafiltration for treatment of lithium intoxication in patients with low cardiac ejection fraction.

8.Congenital supraglottic cyst presented with pneumothorax and pneumomediastinum: Case report
Metin Tan, Hacer Ergin, Özmert Muhammet Ali Özdemir, Mehmet Seyhan, Funda Tümkaya, Özkan Herek, Kadir Ağladıoğlu
doi: 10.5222/iksst.2017.043  Pages 43 - 46
Doğumsal larinks kistleri 100.000 canlı doğumda 1,82 sıklıkta görülür; glottis (% 58,2), vallekula (% 10,5), epiglot (% 10,1) veya aryepiglottik bölgeden köken alırlar. Doğumsal supraglottik kist (DSK), çoğunlukla doğumdan hemen sonra ciddi siyanoz ve stridor ile ortaya çıkar. Acil müdahale edilmezse pnömomediastinum, pnömotoraks, asfiksi ve ölüme yol açabilir. Gebelik öyküsünde polihidramnios varlığı ve fetal ultrasonografi veya manyetik resonans görüntülemede servikal anekoik kitle saptanması tanıyı destekleyebilir; ancak kesin tanı fleksible fiberoptik laringoskopi ile konur. En iyi tedavi kistin endoskopik veya servikal yaklaşımla çıkarılmasıdır. Bu yazıda doğumdan hemen sonra pnömotoraks ve pnömomediastinum gelişen, indirek laringoskopi ve bilgisayarlı tomografi ile tanı konulan, doğumunun 3. günü laringoskopik kist marsupiyalizasyonu yapılan bir DSK olgusu sunulmuştur.

Anahtar kelimeler: Doğumsal supraglottik kist, yenidoğan
Congenital laryngeal cysts are observed at a frequency of 1.82 per 100.000 live births. They arise from the glottic area (58.2 %), vallecula (10.5 %), epiglottis (10.1 %) or aryepiglottic fold. Congenital supraglottic cysts usually become symptomatic immediately after birth, with severe cyanosis and stridor. Without urgent intervention, it can cause pneumomediastinum, pneumothorax, neonatal asphyxia and even mortality. Polyhydroamnios in antenatal history and anechoic mass in the fetal cervical ultrasound or magnetic resonance imaging may support the diagnosis but the definitive diagnosis is made only by flexible fiberoptic laryngoscopy. The best treatment is to remove the cyst using endoscopic or cervical approach. In this paper; a case of congenital supraglottic cyst; who has developed pneumothorax and pneumomediastinum, has been diagnosed through indirect laryngoscopy, and treated with laryngoscopic marsupialization in the 3rd day of birth is presented.

Key words: Congenital supraglottic cyst, newborn

9.Retinal dystrophy patient Senior Loken Syndrome
Aysun Boğa, Özgür Okumuş, Mehmet Karacı, Adem Yaşar, Sibel Toksoy, Ozan Özkaya
doi: 10.5222/iksst.2017.047  Pages 47 - 50
Nefronofitizis son dönem böbrek yetmezliğine yol açan otozomal resesif kalıtılan kronik tubulointersitisyel nefritle karakterize bir hastalıktır. Nefronofitizis sıklıkla böbrek dışı organ tutulumları ile ilişkili olabilir. Retinitis pigmentosa ile nefronofitizisin birlikte olduğu durum ise Senior Loken Sendromu olarak adlandırılmaktadır. Bu olgu nadir görülmesinin yanında böbrek bulgularının aksine göz bulguları ile başvurması nedeniyle ve retinal dejenerasyon ile başvuran hastalarda böbrek patolojilerinin araştırılmasının önemine dikkat çekmek için sunuldu.
Nephronophthisis is a disease characterised with autosomal recessive hereditary chronic tubulointerstitial nephrite end-stage renal failure. Nephronophthisis may generally be affiliated with non-kidney organ involvements. The situation where retinitis pigmentosa and nephronophthisis are seen together is called the Senior Loken Syndrome. This case is rarely observed, however it is presented for drawing attention to the importance of researching renal pathologies in patients consulting with retinal degeneration and due to the presence of applications with eye symptoms as opposed to renal symptoms.