E-ISSN: 2822-6771
Volume : 12 Issue : 2 Year : 2024
Quick Search
COMPREHENSIVE MEDICINE - : 12 (2)
Volume: 12  Issue: 2 - 2020
1.Cover

Pages I - V

2.Contents

Pages VI - VII

3.Intoduction

Page VIII

4.From the Editor

Page IX

REVIEW
5.Treatment in Developmental Dysplasia of the Hip
Cemil Ertürk, Halil Büyükdoğan
doi: 10.5222/iksstd.2020.65807  Pages 93 - 99
Displazik kalça ekleminin sağlıklı gelişebilmesi için femur başının asetabuluma redükte edilmesi tedavinin temel prensibini oluşturur. Prognozu, konsantrik eklem redüksiyonunun başarısı ve tedavisiz geçirilen süre belirler. Tanı ne kadar gecikirse, asetabular ve femoral remodelizasyon potansiyeli o kadar azalır. Bu durum tedavinin zorlaşmasına ve komplikasyonların artmasına yol açar. Gelişimsel kalça dispalzisi (GKD) erken dönemde ucuz ve kolaylıkla uygulanabilen konservatif yöntemlerle tedavi edilmektedir. Buna karşın, gecikmiş olgular ise ciddi cerrahi prosedürlere kadar ilerleyebilen, başarı şansları daha düşük, komplikasyon riskleri ve maliyetleri daha yüksek yöntemlerle tedavi edilmektedir. Bu nedenle, GKD tedavisinde en önemli basamağın erken tanı olduğu unutulmamalıdır.
Reduction of the femoral head to acetabulum for healthy development of dysplastic hip joint constitutes the basic principle of treatment. Success of concentric joint reduction and time without treatment determine the prognosis of the disease. The more delayed of the diagnosis causes to the lower potential for acetabular and femoral remodelization. This leads to difficulties in treatment and increased complications. In the early period, developmental dysplasia of the hip (DDH) is treated with cheap and easily applicable conservative methods. On the other hand, delayed cases are treated with methods that can progress to serious surgical procedures, have less chance of success and have higher risk of complications and costs. Therefore, it should not be forgotten that the most important step in the treatment of DDH is early diagnosis.

RESEARCH ARTICLE
6.The Assessment of the Knowledge, Attitude and Practices Regarding Brain Death of Nurses Working in Intensive Care Units in Turkey (A Survey Study)
Aydın Fırıncıoğlu, Kerem Erkalp, Mehmet Salih Sevdi, Ayşin Selcan
doi: 10.5222/iksstd.2020.27147  Pages 100 - 107
GİRİŞ ve AMAÇ: Beyin ölümü tanısı, beyin ölümü tanısı konduktan sonraki takibi ve donör bakımında yoğun bakım hemşireleri (YBH) önemli yere sahiptir. Bu yazıda Türkiye’deki YBH’ nin, beyin ölümü konusundaki bilgi, tutum ve uygulamalarının anket yolu ile yapılan değerlendirilmesinin sonuçlarının sunulması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 05.09.2015 – 05.12.2015 tarihleri arasında, Türkiye’deki YBH’lerinde beyin ölümü konusunda bilgi, tutum ve uygulamalarının değerlendirildiği bir anket uygulandı. Anket verileri, basılı anket formlarının dağıtılıp doldurulması ve web üzerinden elektronik veri formu toplanması ile elde edildi. Anket verileri frekans ve yüzdesel olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Beyin ölümü; “beyin, beyin sapı ve beyincik fonksiyonlarının tamamının geri döndürülemez olarak hasar görmesine” denir, şeklindeki tanımlama %75,8 YBH tarafından doğru olarak bilinmiştir. YBH’nin mesleki hayatta beyin ölümü tanısı almış hasta ile hiç karşılaşmama oranı % 31,05 bulundu. Yoğun bakım ünitesinde daha önce apne testine katılmayan YBH oranı ise % 48,01 olarak tespit edilmiştir. Beyin ölümü tanısı almış hastanın artık ölü olduğunu YBH’ nin %53,43’ ü belirtmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Yoğun bakım hemşirelerinin beyin ölümü, donör bakımı ve organ bağışı konusundaki bilgileri yeterli ve güncel değildir. Yoğun bakım hemşirelerini beyin ölümü tanısı ile donör bakımı konusunda güncel bilgilerle eğitmek gerekmektedir. Organ bağışı arzularını teşvik etmek için daha fazla çaba gereklidir. Yoğun bakım ünitelerinde görev yapan ekibin beyin ölümü tanısı, dönor bakımı ve organ bağışına kadar geçen süredeki ortak ve bilinçli çalışması ülkemizdeki organ donasyonundaki artışında yarar sağlayabilir.
INTRODUCTION: Intensive care unit (ICU) nurses have an important role regarding brain death (BD) diagnosis and follow-up after this diagnosis and donor-related issues. The study aims to present the results of the assessment through survey on the knowledge, attitude and practices of ICU nurses about the BD in Turkey.
METHODS: Between 05.09.2015 and 05.12.2015, a survey was conducted to assess the knowledge, attitude and practices of ICU nurses regarding BD in Turkey. Survey data is obtained by respondents' filling the printed survey forms as well as collecting the electronic data forms. Survey data is assessed on the basis of frequency and percentage.
RESULTS: BD is defined as irreversible damage of the whole functions of brain, brainstem and cerebellum and this definition is known by 75.8% of the participant ICU nurses. The rate of witnessing patients with BD for ICU nurses is 31.05%. Rate of ICU nurses not participating apnea test before in the ICU is found to be 48.01%. 53.43% of the ICU nurses states that patients with BD are now death.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The knowledge of ICU nurses about BD, donor care and organ donation are not sufficient and not up-to-date. It is necessary to educate ICU nurses with current information on the diagnosis of brain death and donor care. More efforts are needed to stimulate organ donation desires. Consciously work of the team working in ICU until the diagnosis of brain death, donor care and organ donation can benefit the increase in organ donation in our country.

7.Participation of Women Neurosurgeons in the National Congresses and in the Education and Training Groups of Turkish Neurosurgical Society
Ayşegül Özdemir Ovalıoğlu, Feyza Karagöz Güzey, Gokhan Canaz, Ebru Doruk, Talat Cem Ovalıoğlu
doi: 10.5222/iksstd.2020.35582  Pages 108 - 112
GİRİŞ ve AMAÇ: Tıp öğrencilerinin en az yarısının kadın olmasına rağmen nöroşirürji branşı kadınlar tarafından pek tercih edilmemekte olup akademik platformda yer alan kadın nöroşirürjiyen sayısı da çok azdır. Bu çalışmada; Türkiye’de kadın nöroşirürjiyenlerin Türk Nöroşirürji Derneği içindeki yerini ve ulusal kongrelerde ne kadar desteklendiğini belirlemeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Türk Nöroşirürji Derneğinin 2005 - 2019 yılları arasında yapılan ulusal kongrelerinde kadın nöroşirürjiyenlerin konferans, panel ve seminerlerde konuşmacı ya da oturum başkanı olarak ne oranda görevlendirildiklerinin yanı sıra derneğin eğitim ve öğretim gruplarına üye olan kadın nöroşirürjiyenlerin oranı incelendi.
BULGULAR: Türk Nöroşirürji Derneğine 2019 yılı itibariyle kayıtlı 1680 nöroşirürji uzmanının 92’si (%5.5) kadındır. Eğitim ve öğretim gruplarından en fazla kadın üye oranı %10.3 (7/68) ile Pediatrik Nöroşirürji Eğitim ve Öğretim grubunda iken en az üye oranı %2.4 ile Spinal ve Periferik Sinir Cerrahisi grubundadır (8/329). Dernek ve eğitim-öğretim grupları yönetim kurullarında yer alan kadın oranı %2.5’tir ve erkeklere göre anlamlı farklılık yoktur (1/40, P=0.721). Kongrelerde konuşmacı ve yönetici olarak tüm görevlendirmeler birlikte değerlendirildiğinde 2005 ve 2019 yılları arasında kadınlar ve erkekler arasında istatistiksel bir fark saptanmamıştır (P=0.591).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ülkemizde son yıllarda mevcut zorluklarına rağmen kadın nöroşirürjiyen sayısı giderek artmaktadır. Bu uzmanlık alanında, başarılı ve hevesli kadın tıp öğrencilerinin alanımıza kazandırılması için akademik kariyer yapmak isteyen kadınlar desteklenerek rol-modellerin artırılması gereklidir.
INTRODUCTION: Although at least half of the medical students are women, neurosurgery specialty is not preferred much by women, and the number of women neurosurgeons taking place in academic platform is too small as well. In this study, we aimed to determine the position of women neurosurgeons in Turkish Neurosurgical Society (TNS) and how more they are supported in national congresses.
METHODS: We analyzed the rates of the women neurosurgeons participated in conferences, panels, and seminars as speaker and as moderator at annual national congresses for the years 2005 to 2019 and of the women members in education and training groups of TNS.
RESULTS: As of the year 2019, 92 (5.5%) of the 1680 neurosurgeons registered in the TNS are women. The highest rate among education and training groups was 10.3% (7/68) in the Pediatric Neurosurgery group while the least was 2.4 % (8/329) in the Spinal and Peripheral Nerve Surgery group. The rate of women neurosurgeons in executive board of TNS and the education - training groups was 2.5% and there was no significant difference statistically (1/40, P=0.721). When the placement as speakers and as moderators in the congresses were evaluated together, there was no statistical difference between women and men (P=0.591).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Recently, the number of women neurosurgeons has increased in Turkey despite current challenges. In this field of expertise, it is necessary to increase the role-models by supporting women who want to pursue an academic career in order to gain successful and enthusiastic female medical students into our field.

8.Our Results of Condyle Resurfacing Prosthesis Treatment in Knee Medial Condyle Focal Cartilage Defects in Active Patients
Nazım Karahan, Barış Yılmaz, Murat Kaya, Baran Komur, Erdem Aktas, Nurettin Heybeli
doi: 10.5222/iksstd.2020.38247  Pages 113 - 118
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada konservatif tedavi veya biyolojik yöntemler ile tedavi edilemeyen, aktif yaşantısı olan hasta grubunun kıkırdak sorunlarında uyguladığımız sınırlı yüzey artroplasti olgularımızın klinik sonuçlarını sunmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Nisan 2010- Mart 2014 tarihleri arasında diz medial kondil sınırlı kıkırdak defekti nedeni diz yüzey kaplama artroplastisi uygulanan hastalar retrospektif olarak değerlendirildi. Çalışmaya medial femur kıkırdak lezyonu olan, MR veya artroskopiyle doğrulanmış, ICRS 3-4 ve 4 cm2 den az olan, hastalar dahil edilmiştir. Hastalar VAS, Amerikan Diz Cemiyeti Kriterlerine ve fonksiyon skorlarına göre değerlendirildiler.
BULGULAR: Çalışmaya 8 erkek, 24 kadın toplam 32 olgu dahil edildi. Olguların yaş ortalaması 53.1 ± 3.2 yıldır. Olguların 18’ü ( %56.3 ) sağ tarafından, 14’u ( %43.7 ) sol tarafından operasyon geçirmiştir. Olguların takip süreleri 24 ile 30 ay arasında değişmekte olup, ortalaması 26.6 ±1.9 aydır Olguların preoperatif VAS düzeylerine göre postoperatif VAS düzeylerinde görülen düşüş istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur ( p<0.01 ). Olguların preoperatif Amerikan Diz Cemiyet Skorlarına göre postoperatif diz skorlarında istatistiksel olarak anlamlı artış gözlemlenmiştir ( p<0.01 ). Preoperatif diz fonksiyon skorları 46.5 ± 9.1, postoperatif diz skorları 77.3 ± 7.7 olarak görüldü. Olguların preoperatif diz fonksiyon skorlarına göre postoperatif diz fonksiyon skorlarında istatistiksel olarak anlamlı artış gözlemlenmiştir ( p<0.01 ).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Lokal kıkırdak hasarı olan hastalarda yüzeyel artroplasti uygulaması, klinik olarak erken dönemde şikayetleri azaltma ve diz fonksiyonlarında iyileşme sağlamaktadır.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to present the clinical results of articular resurfacing prosthesis cases applied to cartilage problems of active patients who cannot be treated conservative and biological surgical methods.
METHODS: From April 2007 to March 2014, 32 patients were treated with femoral resurfacing using the HemiCAP implant. Indication for treatment with HemiCAP implant was symptomatic cartilage lesion at the medial femoral condyle demonstrated by MRI or arthroscopy, which was ICRS grade 3–4 and size less than 4 cm2. Patients were evaluated according to VAS score, American Knee Society Score, clinical improvement.
RESULTS: 32 patients ( 8 males, 24 females) evaluated in this study. Mean age was 53.1 ± 3.2 years. 18 ( %56.3 ) patients were operated from right knee while 14 ( %43.7) of patients from left. Follow-up time was between 24 and 30 months ( 26.6 ±1.9 ). The decrease in postoperative VAS compared to preoperative VAS was statistically significant ( p<0.01 ). A statistically significant increase was observed in postoperative American Knee Society Score compared to preoperative knee scores ( p<0.01 ). Preoperative function score was 46.5 ± 9.1, postoperative function score was 77.3 ± 7.7. A statistically significant increase was observed in postoperative knee function scores compared to preoperative knee function scores ( p<0.01 ).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The femoral resurfacing treatment in active patients with local cartilage damage clinically reduces symptoms and improves knee function in the early period.

9.Comparison of Two Needleless Connector in Preventing Catheter Related Sepsis Risk in Intensive Care Unit: Prospective Cohort Study
Ayca Sultan Sahin, Sureyya Ozkan, Murat Sahin, Kamuran Şanlı, Ziya Salihoğlu
doi: 10.5222/iksstd.2020.37232  Pages 119 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın temel amacı, doğru kullanıldığında iğnesiz bağlantı noktasının patojenik yüzey kolonizasyonuna neden olmadığını göstermek için iki farklı iğnesiz bağlantı noktasını karşılaştırmaktır. İkincil amaç, iki tür iğnesiz konektör arasında kateter veya kan akımı enfeksiyonunda bir fark olup olmadığını belirlemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yoğun bakım ünitesinde takip edilen santral venöz kateter yerleştirilen 18-99 yaş arası 199 hasta çalışmaya alındı. Kan kültürü olmayan olgular çalışma dışı bırakıldı. Hastalar kullanılan iğnesiz konektör tipine göre A Grubu (n: 99) ve B Grubu (n: 100) olarak iki gruba ayrıldı. Bu çalışma sırasında cihazların kullanma sayısı kaydedildi. Biri santral venöz kateterden diğeri periferik damardan olmak üzere 2 kan kültürü örneği, kateterleri çıkarmadan önce hastadan alındı.
BULGULAR: Yaş, yoğun bakımda kalma günü, ateş, ilaç sayısı, konektör değişiklik sayısı ve en uzun konektör kalış süresi arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu. A Grubunda 7 hastada kateter kültüründe üreme oldu. B Grubu’nda ise 23 hastada kateter kültüründe üreme oldu ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu. A Grubunda, kan kültüründe 14 olguda, B Grubu’nda 28 olguda üreme saptandı ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Konnektör kontaminasyonu, hayatı tehdit edici sonuçlara yol açabilen sepsise yol açabilir ve uygun konnektör seçiminin sepsis kontrolü üzerinde etkisi vardır. Uygun iğnesiz konektör seçimi sepsis kontrolü üzerinde bir etkiye sahiptir. GrupA iğnesiz konektör, standart dezenfeksiyon tekniği kullanıldığında sepsisin önlenmesinde diğer konektörlerden daha iyi olduğunu düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: The primary purpose of this study is to compare two different needle-free connectors to show that when used correctly the needle-free connectors port does not cause pathogenic surface colonization. The secondary objective is to determine whether there is a difference in catheter or blood stream infection between two kind of needle-free connectors.
METHODS: Aged 18-99, 199 patients, who were inserted central venous catheters follwed-up in intensive care unit were included to the study. The patients were divided into two groups as GroupA (n: 99) and GroupB (n: 100) according to the needle-free connector type used. During this study manipulation number of devices will be reported. Two blood culture samples, one from the central venous catheter and the other from the peripheral vein, were taken from the patient before removing the catheters.
RESULTS: There was no statistically significant difference between age, day of ICU stay, fever, number of medications, number of connector changes and length of longest connector stay. In GroupA, 7 patients and In GroupB, 23 patients had colonization in catheter culture and it was statistically significant. Colonization was detected 14 patients in GroupA, and 28 patients in GroupB in blood culture, and it was statistically significant.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Hub contamination can lead to sepsis, which can lead to life-threatening consequences and suitable hub selection has an effect on sepsis control. Suitable needle-free connector selection has an effect on sepsis control. We thought that, GroupA free connector is better at avoiding sepsis then other connector when standard disinfection technique is used.

10.Evaluation of Surgical Results of Peroneal Nerve Injury due to Traumatic and Non-Traumatic Causes
Mehmet Onur Yüksel, Serdar Çevik
doi: 10.5222/iksstd.2020.91885  Pages 125 - 129
GİRİŞ ve AMAÇ: Peroneal sinir hasarı alt ekstremitenin sık görülen periferik sinir lezyonlarından biridir. Peroneal sinir travma, nörojenik kist, intranöral gangliyon, diz üzerine çökme, ağır kaldırma, cerrahi işlem gibi nedenlerle hasara uğrayabilir. Yaptığımız bu çalışmada, travmatik ve non-travmatik nedenlerle oluşan peroneal sinir hasarının cerrahi sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Diz seviyesinde peroneal sinir hasarı nedeniyle 2014-2018 yılları arasında kliniğimize başvuran ardışık 23 hasta retrosepektif olarak değerlendirildi. Hastaların ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası 6. ay kontrol takiplerindeki ayak bileği dorsifleksyon kas gücü dereceleri değerlendirildi.

BULGULAR: Peroneal sinir hasarlı 23 [6 (%23) kadın, 17 (%77) erkek) hastanın 10’unu travmatik hasta grubuna ve 13 tanesi non travmatik hasta grubunda değerlendirildi. Her iki hasta grubunda da ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası ABDF kas gücü iyileşmesi açısından istatiksel olarak cerrahinin etkinliği görülmüştür. Travmatik hasta grubunda ameliyat öncesi ABDF median kas gücü 0/5 (min.0/5-max.3/5) iken ameliyat sonrası 3,5/5 (min.0/5-max.5/5) (p=0.017), non travmatik hasta grubunda ameliyat öncesi ABDF median kas gücü 2/5 (min.0/5-max.3/5) iken ameliyat sonrası 5/5 (min.4/5-max.5/5) (p=0.001).

TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızın sonuçları, peroneal sinir dekompresyonunun geçerli ve etkili bir yöntem olduğunu göstermektedir. Non travmatik hasta grubunda daha iyi sonuçlar elde etmemize rağmen, her iki hasta popülasyonununda da dekompresyon sonrası motor fonksiyonlarında anlamlı derecede düzelme görüldü.

INTRODUCTION: Objective: Peroneal nerve injury is one of the common peripheral nerve lesions of the lower extremity. Peroneal nerve may be damaged due to trauma, neurogenic cyst, intranural ganglion, habitual leg crossing, heavy lifting and surgical procedures. In this study, we aimed to evaluate the surgical results of traumatic and non-traumatic peroneal nerve injury.

METHODS: Method: Twenty-three consecutive patients admitted to our clinic between 2014-2018 for peroneal nerve injury at knee level were evaluated retrospectively. Ankle dorsiflexion muscle strength levels of the patients were evaluated preoperatively and 6 months after the surgery.

RESULTS: Results: Of the 23 patients [6 (23%) female and 17 (77%) male] with peroneal nerve injury, 10 were evaluated in the traumatic group and 13 in the non-traumatic group. Preoperative and postoperative ABDF muscle strength improvement was statistically significant in both groups. In the traumatic patient group, median preoperative ABDF muscle strength was 0/5 (min.0/5-max.3/5) whereas the median postoperative postoperative 3,5/5 (min.0/5-max.5/5). (p=0.017) The median preoperative ABDF muscle strength was 2/5 (min.0/5-max.3/5) in the non-traumatic patient group, whereas it was 5/5 (min.4/5-max.5/5) (p = 0.001) postoperatively.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Conclusion: The results of our study show that peroneal nerve decompression is a valid and effective method. Although we achieved better results in the non-traumatic patient group, motor function improved significantly after decompression in both patient populations.


11.Histopathological Features of Paratesticular Solid Tumors: 5 Years Experience
Ganime Çoban, Pelin Yıldız, Tugce Kiran, Cevper Ersöz
doi: 10.5222/iksstd.2020.44227  Pages 130 - 135
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada amacımız paratestiküler bölgede görülen tümörlerin tiplerini tayin etmek, en sık karşılaştığımız tümörler yanısıra olgularımız arasında bulunan nadir tümörlerin dikkat çekici histopatolojik özelliklerini ve ayırıcı tanılarını ayrıntılı olarak tartışmak, ve son olarak bulgularımızı literatür verileri ile karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya, 2014-2019 yılları arasında Bezmialem Vakıf Üniversitesi’nde inguinal herni ve paratestiküler kitle nedeniyle opere olmuş vakalar arasından, paratestiküler tümör tanısı alan olgular dahil edildi. Vakaların tanıları, klinik bulguları ve demografik verileri kaydedildi.
BULGULAR: 21 olguluk paratestiküler tümörlerimizin yaş ortalaması 58.8’di. En sık görülen benign tümör lipom, malign tümör liposarkomdu. Ayrıca literatürde oldukça nadir görülen, hemangiom, ovaryan tip seröz karsinom ve mezotelyoma da mevcuttu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Paratestiküler tümörler, rete testis, epididim, tunika vaginalis, yumuşak doku tümörleri ve metastatik tümörlerden oluşur. En sık görülen epitelyal tümör adenomatoid tümördür. Mezenkimal benign tümörlerden lipom, malignlerden ise liposarkom görülmektedir. Histomorfolojik görünüm özellikle malign epitelyal tümörlerde güç olabilir. İmmünhistokimyasal belirleyiciler ayrımda değerli olsa da lezyonun neoplastik olmayan epitel ile geçişi önemlidir. Paratestiküler tümörler oldukça oldukça nadirdir, bu lokalizasyonda ve metastazlarda ayırıcı tanıda akılda tutulmalıdır.
INTRODUCTION: The aim of this study is to determine the types of tumors seen in the paratesticular region, to discuss the most prominent histopathological features and differential diagnoses of rare tumors among our cases as well as to compare the findings with the literatüre.
METHODS: The patients operated in Bezmialem Vakıf University for inguinal hernia and paratesticular tumor between 2014-2019 and diagnosed as paratesticular tumor were added to our study. Diagnosis, clinical findings and demographic data of the cases were recorded
RESULTS: We had a series of 21 paratesticular tumors with a mean age of 58.8 years. The most common; benign tumor was lipoma and malignant tumor was liposarcoma. Hemangioma, ovarian type serous carcinoma and mesothelioma were also rarely seen in the literature.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Paratesticular tumors are composed of tumors originating from rete testis, epididymis and tunica vaginalis, soft tissue tumors and metastatic tumors. The most common epithelial tumors are adenomatoid tumors The most common benign and malignant mesenchymal tumors are lipoma and liposarcoma, respectively. Histomorphological appearance may be difficult especially in malignant epithelial tumors. Although immunohistochemical markers are helpful in differentiation, the transition between the lesion and non-neoplastic epithelium is important. Paratesticular tumors are quite rare. For this reason,at this location both primary tumors -especially malignant- and metastasis can be challenging..They should be kept in mind for differential diagnosis

12.Long-Term Functional and Symptomatic Outcomes of Cervical Disc Prostheses
Ahmet Levent Aydın, Melih Üçer, Baran Bozkurt
doi: 10.5222/iksstd.2020.60490  Pages 136 - 143
GİRİŞ ve AMAÇ: Servikal disk artroplastisi, komşu seviyelerde dejeneratif hastalığı en aza indirirken, ameliyat edilen seviyede hareketin korunmasını amaçlamaktadır. Bu çalışmada artroplasti tekniği ile opere edilen servikal disk patolojisi olan hastaların uzun dönem fonksiyonel sonuçları araştırıldı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Disk hernisi veya spondiloz nedeniyle servikal disk protezi implantasyonu yapılan 68 hasta çalışmaya dahil edildi. Zaman içindeki fonksiyonel sonuçlar Boyun Özürlülük İndeksi (NDI) ve görsel analog skalası (VAS) kullanılarak başlangıçta ve ameliyattan 6 ay, 1 yıl, 2 yıl, 4 yıl ve 7 yıl sonra değerlendirildi.
BULGULAR: Ortalama takip süresi 5.4 ± 1.8 yıl (ortanca, 7 y; aralık, 1-7 y). Son takip VAS ve NDI skorları anlamlı derecede düşüktü (sırasıyla 1.2 ± 0.9 - 7.7 ± 1.2, p <0.001 ve 5.5 ± 5.0 - 40.4 ± 5.8, p <0.001). VAS ve NDI skorları ölçülen tüm zaman noktalarında düzeldi (tüm karşılaştırmalar için p <0.001). VAS ve NDI skorları için sırasıyla 2 yılda ve 1 yılda bir platoya ulaşıldı. Cerrahi başarı oranı son takipte % 86.8 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmanın bulguları, servikal disk cerrahisinde servikal dinamik disk sistemlerinin hem cerrahi sonrası kısa dönemde hem de uzun vadede fonksiyonel sonuçlar açısından faydasını desteklemektedir.
INTRODUCTION: Cervical disc arthroplasty aims preservation of motion at the operated level while minimizing degenerative disease at adjacent levels. This study aimed to examine the long-term functional outcomes of patients with cervical disc pathology who were operated with arthroplasty technique.
METHODS: Sixty-eight patients who underwent cervical disc prosthesis implantation for disc herniation or spondylosis were included. Functional outcomes over time were evaluated using Neck Disability Index (NDI) and visual analogue scale (VAS) at baseline and 6 months, 1 year, 2 years, 4 years and 7 years after surgery.

RESULTS: Mean duration of follow-up was 5.4±1.8 years (median, 7 y; range, 1-7 y). At the last follow-up visit, VAS and NDI scores were significantly lower compared to baseline (1.2±0.9 vs. 7.7±1.2, p<0.001 and 5.5±5.0 vs. 40.4±5.8, p<0.001, respectively). VAS and NDI scores were improved at all measured time points compared to baseline (p<0.001 for all comparisons). A plateau was reached at 2 years and at 1 year for VAS and NDI scores, respectively. The overall predefined surgical success rate was 86.8% at the last follow-up.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Findings of this study supports the benefit of cervical dynamic disc systems in cervical disc surgery in terms of functional outcomes both in the short-term after surgery and in the long term.


13.Evaluation of Clinical Characteristics and Comorbidities of Children Applied for Special Need Report and Comparison of Diagnosis and Disability Rates According to Old and New Regulations
Deniz Yıldız, Mahmut Cem Tarakçıoğlu
doi: 10.5222/iksstd.2020.14632  Pages 144 - 150
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada ÇÖZGER için hastanemize başvuran hastaların klinik özellikleri, eş tanılarının incelenmesi ve yeni değişen ÇÖZGER yönetmeliğine göre aldıkları tanı ve özür oranlarının, eski tanı ve özür oranlarıyla karşılaştırılması amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: 1 Mart-1 Eylül 2019 tarihleri arasında Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Sağlık Kuruluna başvurarak ÇÖZGER hekimince çocuk psikiyatrisine yönlendirilen tüm olgular retrospektif olarak incelenmiştir.
BULGULAR: Çalışmaya 1061 olgu alınmıştır. Bunların % 32.7’si (n=347) kız, %67.3’ü (n=714) erkektir. Yaş ortalaması 8 ± 4’tür. Çocuk psikiyatrisi biriminden en çok alınan tanı özgül öğrenme bozukluğu (ÖÖB) (%27) olarak saptanmış, onu hafif düzeyde bilişsel gelişmede gecikme (BGG) (%18.2) takip etmiştir. Ek tanı 271 olguda (%25.5) saptanmıştır. En sık fizik tedavi ve rehabilitasyon bölümünden ek tanıya rastlanmıştır. Toplam 526 kişinin geçmiş sağlık kurulu raporunda çocuk psikiyatri bölümünden tanısı olduğu görülmüştür. En sık karşılaşılan eski tanı hafif düzeyde BGG (%29.6)’dir. Geçmiş raporlarında otizm spektrum bozukluğu ve orta düzeyde BGG tanısı alan hastaların yeni yönetmeliğe göre aldıkları tanılara karşılık gelen özür oranlarının yükseldiği görülmüştür. Tanı alan hastalara önerilen özel gereksinim alanları sırasıyla çocuk ve genç psikiyatrisi alanı %41.1 (n=436), bilişsel gelişim alanı %40.5 (n=430), dil-konuşma-iletişim gelişimi alanı %25.4 (n=269) olarak belirlenmiştir. 3 alan da çocuk psikiyatri birimince değerlendirilmiştir. Klinik değerlendirme ardından çocuk psikiyatrisi bölümünden tanı almayan olguların oranı %7.78 (n=40) olarak bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sağlık kuruluna özel gereksinimleri sebebiyle rapor almak için başvuran hastaların değerlendirmesinde tüm psikiyatrik bozukluklarda olduğu gibi bilişsel gelişim alanında da çocuk psikiyatristi tarafından yapılan değerlendirme kritik önem taşımaktadır. Çalışmamızın ÇÖZGER yönetmeliğinde yapılacak güncelleme ve düzeltme önerileri açısından önemli bir adım olacağını düşünüyoruz.
INTRODUCTION: We aimed to evaluate clinical characteristics and comorbidities of children applied to child psychiatry department via medical board for special need report and to compare differences between diagnosis and their disability rates according to new regulations and old regulations.
METHODS: Between 1 March-1 September 2019, records of all children applied to Kanuni Sultan Süleyman Training and Research Hospital Medical Board and directed to child psychiatrists were analyzed restrospectively.
RESULTS: 1061 cases were evaluated. 347 of this cases were female (%32.7). The mean age was 8±4. The most common psychiatric diagnosis were learning disorder (%27) and mild delay in cognitive development (%18.2) respectively. Comorbidities were detected in 271 cases (%25.5). The most common comorbidity was from physical therapy and rehabilitation department. 526 cases already had a psychiatric diagnosis before application to our medical board, the most common diagnosis was mild delay in cognitive development (%29.6). According to new offical regulations, disability rates of autism spectrum disorder and moderate delay in cognitive development diagnosis were increased. Suggested special need domains were child and adolescent psychiatry (%41.1, n=436), cognitive development (%40.5, n=430) and language, speech, communication (%25.4, n=269) respectively. These 3 domains were examined by child psychiatrists. The rate of cases who did not take any diagnosis after clinical examinations were %7.78 (n=40).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Examination of cognitive development by the child psychiatrists is critical as in all psychiatric disorders, when patients applied to medical board for special need reports are evaluated. Our study is important in terms of update and adjustment needs of new official regulations.

14.Use of Endocervical Curettage for Detecting Dysplastic Lesions at Colposcopy of Women With Atypical Squamous Cells of Undetermined Significance (ASC-US)
İlkbal Temel Yüksel, Sema Karakaş, Sedat Akgöl, Niyazi Alper Seyhan, Gizem Kul, İpek Yıldız Özaydın, Ozgur Akbayır
doi: 10.5222/iksstd.2020.75437  Pages 151 - 155
GİRİŞ ve AMAÇ: Pap smeari ASC-US (Önemi Belirsiz Atipik Skuamöz Hücreli) olan kadınların endoservikal küretaj (ECC) örneklerinde displastik lezyon sıklığını belirlemek ve bu ECC örneklerinde yüksek gradeli displazi ile ilişkili muhtemel faktörleri değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2017 - haziran 2019 tarihleri arasında Pap smear sonucu ASC-US olan ve kolposkopik muayene sırasında ECC yapılan hastalar retrospektif olarak incelendi.Hastaların demografik verileri ve patoloji sonuçları değerlendirildi.Histopatolojik veriler, CIN ( servikal intraepitelyal neoplazi) 2'den daha az (servisit, atrofi, servikal polip, metaplazi ve CIN 1) ve CIN2+ (CIN 2/3/CIS(karinoma insutu) ve invaziv/mikroinvaziv kanser) lezyonlar olmak üzere 2 kategoride sınıflandırıldı.CIN 2+ risk faktörlerini değerlendirmek için risk oranları hesaplandı.


BULGULAR: Toplam 901 hasta çalışmaya dahil edildi. Yetersiz kolposkopik muayenesi olan hastaların %7.4’sinde CIN 2+ lezyon tespit edildi. Koloskopik muayenesi yeterli olan ve olmayan hastalar arasında endoservikal kanal displazisi açısından istatistiksel olarak anlamlı fark saptandı (p = 0.005). Bunun yanında servikal biyopsi sonucu CIN2+ olan hastaların endoserviksinde CIN 2+ lezyon olma olasılığı diğer grupla kıyaslandığında istatistiksel olarak fark bulundu (p = 0.001).Yetersiz kolposkopi ve servikal biyopsisi CIN 2+ olan hastalarda endoservikal kanalda CIN 2+ görülme riski sırasıyla 24 ve 139 kat yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pap smearde ASC-US sitolojisi olan kadınların endoservikal kanallarında yüksek dereceli CIN sıklığı düşüktür. Endoservikal kanalda yüksek dereceli displazinin öngörücüsü olarak yüksek dereceli ektoservikaldisplazi ve yetersiz kolposkopi kullanılabilir ve bu hastalarda ECC yapılması uygun olabilir.

INTRODUCTION: To determine the frequency of dysplastic lesions in Endocervicalcurettage(ECC) specimens of women with ASC-US (Atypical Squamous Cells of Undetermined Significance ) and to evaluate possible factors associated with high-grade dysplasia in these ECC specimens.


METHODS: The patients who had ASC-US result in Pap smear between January 2017 and June 2019 and who underwent ECC during colposcopic examination were retrospectively analyzed. Demographic data and pathology results of the patients were evaluated. Histopathological data were categorized into two categories as less than CIN 2 (cervicitis, atrophy, cervical polyp, metaplasia and CIN 1) and CIN2 + (CIN 2/3 / CIS (carcinoma in sutu) and invasive / microinvasive cancer) lesions. Risk ratios were calculated to evaluate CIN 2+ risk factors.

RESULTS: A total of 901 patients were included in the study. CIN 2+ lesions were detected in 7.4% of patients with inadequate colposcopic examination. There was a statistically significant difference in endocervical canal dysplasia between the patients with and without sufficient coloscopic examination (p = 0.005). There was a statistically significant difference in the presence of CIN 2+ lesion in the endocervix of patients with CIN2 + cervical biopsy (p=0.001). In patients with inadequate colposcopy and positive cervical biopsy, the risk of CIN 2+ in the endocervical canal was 24 and 139 times higher, respectively.

DISCUSSION AND CONCLUSION: Women with ASC-US cytology in Pap smear have a low incidence of high-grade CIN in the endocervical canal. High-grade ectocervical dysplasia and insufficient colposcopy can be used as predictors of high-grade dysplasia in the endocervical canal and ECC may be acceptable in these patients.



15.Chronic Skin Disease Unit and Internal Counseling in an Outpatient Dermatology Clinic: Collaboration of Dermatologists in Dermatology Practice
Kemal Ozyurt, Ragip Ertas, Atıl Avcı, Yılmaz Ulas, Muhammet Reşat Akkuş, Mustafa Atasoy
doi: 10.5222/iksstd.2020.81994  Pages 156 - 158
GİRİŞ ve AMAÇ: Dermatologlar günlük klinik uygulamada çok sayıda kronik dermatolojik hastalığı yönetmektedir. Çok sayıda hastayı kabul etmesi gereken, yoğun polikliniklerde kronik deri hastalıklarını yönetmek zordur.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Sağlık Bilimleri Üniversitesi (SBÜ) Dermatoloji Kliniği, Kayseri Sağlık Eğitim ve Araştırma Merkezi (KSEAM) bir eğitim ünitesine sahiptir ve ayakta tedavi kliniğinde kronik deri hastalıkları polikliniği (KHP) sahiptir. Uzmanlar ve akademisyenler, sedef hastalığı, kronik ürtiker ve Behçet hastalığı olan hastaları KHP’ne yönlendirebilmektedirler. Her gün poliklinikte dermatolog ve akademisyenler tarafından ortalama iki konsey yapılmaktadır.
BULGULAR: 01.06.2015-01.06.2016 tarihleri ​​arasında bir yıllık sürede 158775 hasta KSEAM dermatoloji polikliniğine kabul edildi. 158775 hastanın 645'i (%0,4) KHP'ne sevk edildi; 370 sedef hastalığı, 200 kronik ürtiker ve 75 Behçet Hastalığı olmak üzere Psoriasis hastalarının %18'i, kronik ürtikerli hastaların %7,3'ü ve Behçet hastalığı olan hastaların %11,4'ü KHP’ne yönlendirildi. 1387 hasta konseye dahil edildi. Hastaları konseye yönlendirmenin en sık nedeni; “Tanı koymada zorluk” idi. 5 uzman hiçbir hastayı KHP'ne sevk etmedi ve üç uzman ne vaka aldı ne de konseye katıldı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ayakta tedavi gören hastaların KHP ve konsey, gün içerisinde kronik deri hastalıklarının tedavisinde ve dermatologların iş birliğinde tanı ve planlama tedavisine güven duyması açısından yararlıdır.
INTRODUCTION: Dermatologists manage numerous chronic skin diseases in daily clinic practice. It is difficult to manage chronic skin diseases in very intensive outpatient clinics which have to accept great number of patients.
METHODS: Clinic of Dermatology in University of Health Sciences (UHS), Kayseri Health Training and Research Center (KHTRC) has one education unit and chronic skin diseases unit (CSDU) exist in outpatient clinic. Specialists and academicians may refer patients with psoriasis, chronic urticaria and Behçet’s Disease to CSDU. Every day, two internal counseling are performed in outpatient clinic by dermatologist and academicians.
RESULTS: From 01.06.2015 to 01.06.2016, in one-year period, 158775 patients were accepted to the KHTRC dermatology outpatient clinic. 645 of 158775 (0,4%) patients were referred to CSDU consisted of; 370 psoriasis, 200 chronic urticaria and 75 Behçet’s Disease. Referring rates to CSDU consisted; 18% of psoriasis patients, 7,3 % of patients with chronic urticaria and 11,4 % of patients with Behçet’s Disease. 1387 patients included to the internal counseling. The most frequent reason for receiving patients to internal counseling was; “difficulty in diagnosis”. 5 specialists did not refer any patient to CSDU and three specialists neither received cases nor attended to internal counseling.
DISCUSSION AND CONCLUSION: CSDU and IC of outpatient patients in day time is beneficial for management of chronic skin diseases and collaboration of dermatologists lead confidence to make diagnosis and planning treatment.

16.Comparison of Neurodevelopmental Prognosis Between Late and Early Preterm Infants in Preschool Period: A Prospective Cohort Study
Selahattin Akar, Sultan Kavuncuoglu, Esin Yıldız Aldemir, Engin Öztüregen, Gülseren Arslan
doi: 10.5222/iksstd.2020.88156  Pages 159 - 168
GİRİŞ ve AMAÇ: Okul öncesi dönemde geç prematürelerin nörolojik ve gelişimsel alanlarda uzun dönem prognozunu araştırmak
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya hastanemizde doğan yenidoğan yoğun bakım II.-III.düzey ünitesinde izlenen,gebelik yaşı sırasıyla 320/7-336/7 hafta orta, 340/7-366/7 geç ve 32 haftadan küçük erken prematüreler alındı.Araştırma sırasında olguların yaşı 37-45 ay (ort 42± 3 ay) idi.
BULGULAR: Çalışmaya 240 geç ve 163 erken prematüre alındı. Geç prematürelerin ortalama gebelik yaşı ve doğum ağırlığı sırasıyla 35,32 ± 1,13 hafta ve 1865 ± 403 g, erken grubun ise 30,38 ± 1,73 hafta ve 1253 ± 310 g idi. Olgular ortalama 42 ayda değerlendirildi. Majör nörolojik sekel oranı geç prematürelerde erken prematüre grubuna göre anlamlı düşük bulundu (p=0.001).Serebral palsi ve epilepsi ilk sıradaydı.Denver Gelişimsel Tarama Testi sonuçlarına göre geç prematürelerin %10,8 ‘i, erken grubun %18,4’ünde gecikme saptandı,sonuç anlamlı idi (p=0,001). Sosyoekonomik kültürel skorlamada ebeveyn eğitimi, gelir düzeyi ile gecikmeli Denver II arasında istatistiksel anlamlı ilişki bulunamadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Geç prematürelerin term algısıyla doğurtulması engellenmeli,doğanların erken prematüreler gibi uzun süreli izlemi yapılarak erken tedavi ve rehabilitasyon şansı verilmelidir.
INTRODUCTION: To investigate the long term prognosis of late term prognosis in neurologic and developmental areas in preschool period
METHODS: Moderate preterm (320/7 – 336/7 gestational week), late preterm (340/7 – 366/7 gestational week) and early preterm (<32 gestational week) infants who were followed-up in the II-III level intensive care unit of our hospital were included in the study. Age of the subjects during the study varied between 37 and 45 months (mean 42±3 month).
RESULTS: A total of 240 late and 163 early preterm infants included in the study. The mean gestational age and birth weight were found as 35.32±1.13 week and 1865±403 g in late preterm infants and 30.38±1.73 weeks and 1253±310 g in early preterm infants, respectively. The cases were evaluated in 42 months on average. The incidence of major neurologic sequelae was significantly lower in late preterm compared to early preterm infants (p=0.001). Cerebral palsy and epilepsy ranked first. According to the results of the Denver Developmental Screening Test, developmental delay was found in 10.8% of late preterm and 18.4% of early preterm infants, and the difference was significant (p=0.001). In the socio-economic cultural scoring, no statistically significant correlation was found between parents’ educational level, income level and delayed Denver II score.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Delivering late preterm infants with considering them term infants should be avoided if there is no definitive indication, and the delivered infants should be followed-up for a long time to give a chance for early treatment and rehabilitation.

17.The Effect of Oligohydramnios on Estimated Fetal Weight Measurements in Term Pregnancies
Taner Günay, Reyhan Ayaz Bilir, Meryem Hocaoğlu, Ergül Demirçivi Bör, Abdulkadir Turgut
doi: 10.5222/iksstd.2020.93899  Pages 169 - 174
GİRİŞ ve AMAÇ: Amniyotik sıvı miktarının, tahmini fetal ağırlık ölçümünü etkileyebilecek potansiyel bir faktör olarak rolü hala tartışmalıdır. Çalışmamızın amacı oligohidramnios tanısı alan term gebelerde, oligohidramniosun fetal ağırlık tahmininin doğruluğu üzerindeki etkisini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2018 ile Haziran 2019 tarihleri arasında oligohidramnios tanısı alan 207 gebe ile normal amniyotik sıvı hacmi olan 610 gebenin verileri retrospektif olarak karşılaştırıldı. Tüm gebelere doğumdan en fazla 48 saat öncesinde ultrason değerlendirmesi ile amniyotik sıvı hacmi ve tahmini fetal ağırlık ölçümü yapıldı. Tahmini fetal ağırlık ölçümü için Hadlock-4 formülü kullanıldı. Her iki gruptaki gebelerin tahmini fetal doğum ağırlığı ve gerçek doğum ağırlıkları kaydedilerek; absolute yanılma, absolute yanılma oranları ile tahmini fetal ağırlıkları normalden fazla ve normalden az ölçülen gebe oranları karşılaştırıldı
BULGULAR: Grup 1 (Oligohidramnios)’de ortalama tahmini fetal ağırlık 3110 (550) gr, Grup 2 (Normal amniotik sıvı hacmi)’de ise 3420 (665) gramdı. Gerçek doğum ağırlıkları ise sırasıyla 3130 (620) gr ve 3410 (660) gr bulundu. Tahmini fetal ağırlık ve gerçek doğum ağırlıkları açısından gruplar karşılaştırıldığında Grup 1’deki her iki değer de Grup 2’den anlamlı olarak düşük saptandı. Grup 1’de tahmini fetal ağırlık ile gerçek doğum ağırlığı arasındaki yanılma 240 (160) gr, yanılma oranı ise %7.3 (4.5), Grup 2’de ise yanılma payı ve yanılma oranı sırasıyla 230 (200), %6.9 (6.0) olarak saptandı. Grup 1 ve Grup 2 yanılma payı ve yanılma oranları açısından karşılaştırıldığında anlamlı fark bulunmadı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Term gebelerde düşük amniotik sıvı hacmi ile tahmini fetal ağırlık ölçümünün doğruluğu arasında ilişki yoktur. Oligohidramnios durumunda fetal ağırlığın normalden fazla ölçülmesine eğilim vardır.
INTRODUCTION: The role of amniotic fluid volume, as a potential factor that may affect the estimated fetal weight measurements remains controversial. The objective of our study was to investigate the effect of oligohydramnios on the accuracy of fetal weight estimation in term pregnancies with oligohydramnios.
METHODS: The data of 207 pregnants diagnosed with oligohydramnios and 610 pregnants with a normal amniotic fluid volume in between January 2018 and June 2019 were compared retrospectively.Amniotic fluid volume and estimated fetal weight measurements were performed via ultrasonographic examination in all pregnants up to 48 hours before birth. Hadlock-4 Formula was used as the estimated fetal weight scale. After picking the estimated fetal weights and actual birthweights in two groups, absolute error, absolute error rates, rates of pregnancies with a higher and a lesser fetal weight estimations were compared.
RESULTS: The mean estimated fetal weights were 3110 (550) g in Group 1 (oligohydramnios) and 3420 (665) g in Group 2 (normal amniotic fluid volume). The actual birth weights were 3130 (620) g and 3410 (660)g for Group 1 and 2, respectively. Both values in Group 1 were detected as lower significantly, when their estimated and actual fetal birthweights compared with Group 2. The error between estimated fetal weights and actual birthweights was 240 (160)g, error rate was 7.3 (4.5)% in Group 1. The error and error rates were 230 (200)g and 6.9 (6.0)% in Group 2, respectively. When the error and error rates compared in groups, any significant difference was not detected.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There is no any relation between oligohydramnios and estimated fetal birthweight in term pregnancies.There seems a tendency to measure estimated fetal weights higher in oligohydramniotic pregnancies.

18.Investigation of Diabetic Foot Diagnosis and Treatment Processes in Provincial Education and Research Hospitals and the Need for a New Perspective on the Processes
Savaş Bayrak, Yavuz Aslan, Kemal Tekeşin, Gaye Filinte, Hakan Bolukbasi, Ayten Kadanalı, Adıl Polat, Kemal Memisoglu, Nilüfer Ertürk, Sultan Yurtsever Çelik, Sevilay Bektaş Evcen, Işıl Esen
doi: 10.5222/iksstd.2020.94557  Pages 175 - 181
GİRİŞ ve AMAÇ: Diyabetik ayak(DA) yarası uzun hastane yatış ve rehabilitasyon süreleri nedeniyle hastaya ve ülke ekonomisine yük getirmektedir. İl genelinde DA yarası tanı ve tedavisi hakkında işleyişi sunmak ve yeni bir uygulama modeli ortaya koymanın gerekliliğini belirtmektir
YÖNTEM ve GEREÇLER: DA konseyi olan 5 Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Ocak-Nisan 2018 döneminde DA hastalarına dair sayısal veriler retrospektif olarak analiz edildi. İncelenen hastanelerde diabetik ayak, yara polikliniği veya DA konseyinin olup olmadığı, değerlendirilen hasta sayısı, yatarak tedavi gören hastaların kliniklere göre dağılımı gibi çeşitli faktörler değerlendirilmiştir..
BULGULAR: DA konseylerinin üçünün Enfeksiyon Hastalıkları, ikisinin ise Sualtı Hekimliği ve Hiperbarik Tıp klinikleri idaresinde organize edildiği, yatış gerekliliğinde ise farklı kliniklere yapıldığı tespit edildi. Konsey hasta sayıları, konsey sıklığı Tablo 1, önerilen tedavi metodları tablo 2, grafik 1 de gösterilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: DA hastalarının farklı polikliniklere başvurması nedeniyle takip süreçleri kontrol edilememektdir. DA yarası olan hastaların sabit bir poliklinikten girişlerinin yapılması, tedavi süreçlerinin ve takiplerinin buradan yönetilmesi ile süreçler kontrol edilebilecek, multidisipliner olarak hastaların değerlendirilmesi ve tedavi uygulamaları ile de ekstremite koruyucu tedavi başarı oranınının artması yanında maliyette azalma sağlanacaktır
INTRODUCTION: Diabetic foot (DF) wound causes long hospitalization and rehabilitation periods and puts a burden on the patient and the national economy. The aim is to present the mechanism of diagnosis and treatment of DF injury throughout the province and to emphasize the necessity of introducing a new application model.
METHODS: Quantitative data were evaluated retrospectively from January until April 2018 in five research and education hospitals with DF commission. A number of factors is evaluated, such as whether there are DF, wound policlinics or wound councils in the investigated hospitals, number of patients and the distribution of clinics where patients are admitted for treatment.
RESULTS: It was determined that three of the DF councils are organized by the Infectious Diseases Clinic and the other two are organized by the Underwater Medicine and Hyperbaric Medicine clinics. In case of required inpatient treatment, the patients were admitted to different departments in each hospital. The number of council patients and council frequency is given in Table 1 and the recommended treatment methods in Table 2 and Graphic 1.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Because DF patients are admitted to different clinics the follow-up procedures cannot be controlled. If DF patients would be admitted to certain clinics and if the treatment processes and follow-up procedures would be followed by these clinics, all processes could be controlled. A multidisciplinary evaluation and treatment of the patients will not only increase limb salvage treatment success but also decrease costs.


19.A Cadaveric Study on Topographic Anatomy of Parahippocampal Gyrus and Uncus
Ayşegül Özdemir Ovalıoğlu, Talat Cem Ovalıoğlu, Bilge Bilgiç
doi: 10.5222/iksstd.2020.58224  Pages 182 - 187
GİRİŞ ve AMAÇ: Parahipokampal girus ve unkus temporal lobun mediobazal bölgesinde bulunan limbik sistemle ilişkili anatomik yapılardır. Bu çalışmada temporal lobun mediobazal bölgesinde yer alan parahipokampal girus ve unkusu çevresindeki komşu yapılarla beraber tanımlayarak cerrahi başarıya katkı sağlamayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Taze otopsilerden alınan 17 adet formalin ile fikse edilmiş insan beyninde (34 adet hemisfer) parahipokampal girus ve unkusun topoğrafik anatomisi çalışıldı. 8 adet beyinde Klingler’in fiber diseksiyon tekniği kullanıldı. 2 adet beyinde parahipokampal girus ve unkusun çevre yapılarıyla beraber histolojik araştırması değerlendirildi.
BULGULAR: Parahipokampal girusun anterior segmentinin medialde arkaya doğru kıvrım yaparak uzanmasıyla unkus oluşur, arka segmenti ise yukarıya doğru istmus boyunca singulat girusa, aşağıda lingual girusa uzanır. Parahipokampal girusun korteksi kaldırıldığında singulum radyasyonunun altında medial frontal ve parietal alanlar ile mediobazal temporal bölgeyi bağlayan kalın bir beyaz cevher demeti görülmektedir. Parahipokampal girus, disgranüler paralimbik tip asosiasyon korteksinden oluşmaktadır. Allokortikal yapıda olan unkus ise agranüler hücre tipindedir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada parahipokampal girusun ve unkusun detaylı mikroşirürjikal anatomisi tanımlandı. Bu araştırmanın sonucunda elde edilen bulguların, daha etkin ve başarılı nöroşirürjikal girişimlere rehberlik yapacağı ve aynı zamanda bu bölgenin daha iyi anlaşılabilmesine katkı sağlayacağı kanaatindeyiz.
INTRODUCTION: The parahippocampal gyrus and the uncus located in the mediobasal region of the temporal lobe are related to the limbic system. In this anatomical study, we aimed to provide a contribution to surgical success by describing the parahippocampal gyrus and the uncus with the definitions of the related surrounding structures.
METHODS: The topographic anatomy of the parahippocampal gyrus and the uncus was studied in seventeen formalin-fixed adult human brain specimens (34 hemispheres). Klingler’s fiber dissection technique was used in eight brains. Histological examination of the parahippocampal gyrus and the uncus with surroundings were evaluated in two brains.

RESULTS: The parahippocampal gyrus has an anterior segment that deviates medially to form the uncus and a posterior segment that continues superiorly to the cingulate gyrus through the isthmus, and inferiorly as the lingual gyrus. A thick white matter bundle connecting the medial frontal and parietal areas with the mediobasal temporal region is located in the cingulate gyrus and can be seen under the radiation of the cingulum that is revealed when the cortex of the parahippocampal gyrus is removed. The parahippocampal gyrus is made up of dysgranular, paralimbic type association cortex. The uncus has an allocortical structure that is made up of granular cell type.
DISCUSSION AND CONCLUSION: A detailed microsurgical anatomy of the parahippocampal gyrus and the uncus is described in this study. We consider that the knowledge gained from the results of this study can guide for more effective and successful neurosurgical approaches and can contribute for better understanding the region.

20.Susceptibility Patterns of Community-acquired and Hospital-acquired Staphylococcus aureus Strains Against Various Antimicrobials
Kamuran Şanlı
doi: 10.5222/iksstd.2020.64326  Pages 188 - 193
GİRİŞ ve AMAÇ: Stafilokok infeksiyonları toplumda ve hastanelerde gittikçe artan sıklıkta karşımıza çıkan, mortalite ve morbitide açısından önem taşıyan infeksiyonlardandır. Özellikle nozokomiyal infeksiyonları arasında ilk sıralarda yer almaları ve hastanelerde metisilin direncinin yaygınlaşması tedavide ciddi zorluklara neden olmaktadır.
Bu çalışmada hastane ve toplum kaynaklı stafilokokların duyarlılıkları saptanarak hastanemizdeki tedavi şemalarına katkıda bulunmayı amaçlandı.

YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmaya çeşitli kliniklerden gelen örneklerden izole edilen 210 adet Stafilococcus aureus suşu dahil edildi.
Tüm suşların çeşitli antimikrobiyallere duyarlılıkları agar disk difüzyon yöntemi ile araştırıldı. Antimikrobiyal duyarlılıkları NCCLS standartlarına uygun olarak göre yorumlandı.

BULGULAR: Tüm suşlarda vankomisin ve teikoplanine hiç direnç gözlenmedi. MRSA Ve MSSA suşlarında sırayla fusidik asit için %8.2-%1.9, TMP/SMX için %6.9 ile düşük direnç tespit edildi.
Çalışmamız MRSA suşlarında ise penisili ne %100, gentamisine %83.4, siprofloksasine %82.5, levofloksasine %75.2, klindamisine %72.4, eritromisine %71.5, ridampisine %61.4 oranında direnç tespit edildi. Bu grupraki antimikrobiyallere MSSA suşlarında penisiline %65.3, gentamisine ve siprofloksasine %21.7,eritromisine %19.8, rifampisine %16.8, levofloksasine ve klindamisine %11.8 oranında direnç tespit edildi. Hastane kaynaklı MRSA eradikasyonunda kullanılan muporisin, MRSA suşlarında %3.6 direnç göstermesi, MSSA suşlarında hiç direnç göstermemesiyle önemini korumaktadır.


TARTIŞMA ve SONUÇ: Metisiline dirençli Staphylococcus aureus ve Metisiline duyarlı Staphylococcus aureus suşlarında vankomisin veya teikoplanin direncine rastlanmamıştır. Toplum kaynaklı MRSA ve hastane kaynaklı MRSA’nın siprofloksasin, levofloksasin, klindamisin, gentamisin direnci artmıştır. MRSA ve MSSA’nın prevalansı ve antimikrobiyal direnç profili daha yakından izlenmelidir
INTRODUCTION: Staphylococcus infections are important in terms of mortality and morbidity and that are encountered more and and more in the society and in hospitals. Their leading place among nosocomial infections spreading of resistance against methicillie are causing serious problems in treatments.
METHODS: Two hundered and ten strains of Staphylococcus aureus were included in this study isolated from various clinic specimens
Resistance of all these strains to various antimicrobials were examined with agar disc diffusion method ccording to NCCLS. In this determining the sensitivities of Staphyococci with society and hospital origin.

RESULTS: Resistance against vancomycin and theicoplanin was not observed at all any of the strains isolated. Resistance of low level was found for MRSA and MSSA against fucidic acid with 8.2% and 1.9% respectively and againts TMP/SXT with 16.5% and 6.9 %respectively. In our study, we found resistance of 100% against penicillin, 83.4% against gentamycin, 82.5% against ciprofloxacin, 75.2%agints levofloxacin, 72.4%against clindamycin, 71.5% against erythromycin and 61.4% against rifampicin in MRSA strainst. We found resistance of 65.3% against penicillin, 21.7% gentamicin and ciprofloxacin, 19.8% against rifampicin, 11.8% against levofloxacin and clindamycin, in MSSA strains. Mupirocine used in the eradication of hospital acquired MRSA has maintained its importance with a resistance of 3.6% resistance in MRSA strains, and zero resistance against MSSA strains.
DISCUSSION AND CONCLUSION: : It was found Vancomycin or teicoplanin resistance was not found in MRSA and MSSA. While ciprofloxacin, levofloxacin, clindamycin, gentamicin resistance increased for both MRSA and MRSA,The prevalence and antimicrobial resistance profile of MRSA and MSSA should be closely monitored.

CASE REPORT
21.Importance of Treatment According to Causative Agent in Digital Infections: Herpetic Whitlow
Şeyma Karatekin, İlknur Sürücü Kara
doi: 10.5222/iksstd.2020.75983  Pages 194 - 196
Herpetik dolama, el ve nadiren ayak parmaklarında distal falanksları tutan ağrılı nonpürülan veziküler lezyonlarla karakterize cilt enfeksiyonudur. Olgumuz işaret parmağında kızarıklık ve şişlik nedeniyle acile başvurup lokal drenaj ve oral antibiyoterapiye rağmen şikayetleri artarak devam eden on aylık bir kız hastayı bildirmektedir. Alınan ayrıntılı anamnezde, abisinde herpes labialisi olması ve hastada herpetik stomatit ile uyumlu lezyonların da görülmesi üzerine herpetik dolama tanısı konuldu. Asiklovir tedavisi sonrası ağız ve parmak lezyonları hızlıca geriledi. Herpetik dolama, nadir görülmesi ve olguların %65’inde başlangıçta yanlış tanı alıp lokal drenaj uygulanmasına neden olması açısından önemli bir cilt enfeksiyonudur. Ayrıca aile içi temaslı herpes labialis, herpetik dolamadan herpetik ensefalite kadar ciddi morbidite ve mortalite ile sonuçlanabilir. Bu nedenle izolasyon önlemleri bir kez daha ailelere anlatılmalıdır.
Herpetic whitlow is a skin infection characterized by painful, non-purulent,vesicular involving distal phalanges of fingers and rarely toes. Here in, we report a ten-month old girl who presented to the emergency deparment with ongoing redness and swellingon the fore finger despite local drainage and oral antibiotherapy. Detailed history revealed herpes labialis in her brother. With herpetic stomatitis lesions in physical examination, she was diagnosed herpetic whitlow. Oral and digital lesions resolved rapidly after acyclovir treatment.Herpetic whitlow is an important skin infection in that it is rarely seen and 65% of the cases are initially misdiagnosed resulting with unnecessary local drainage. In addition, family contact with herpes labialis may result with a range of infections from herpetic whitlow to herpetic encephalitis which may cause morbidity and mortality. Therefore, isolation measures should be explained to families once again.

22.Postoperative Anti–N-methyl-D-aspartate (NMDA) Receptor Encephalitis After Surgical Resection of Teratom
Selın Ozaltın
doi: 10.5222/iksstd.2020.42204  Pages 197 - 200
Anti-N-metil-D-aspartat reseptörü (anti-NMDAR) ensefalit, over teratomu olan genç kadınlarda sıklıkla karşılaşılan bir otoimmün ve paraneoplastik ensefalit şeklidir. Muhtemel epileptik, ekstrapiramidal ve psikiyatrik belirtileri olan bir ensefalopati olarak, tedavi hem tümör rezeksiyonu hem de immünosüpresyon gerektirir. Burada, over teratomunun cerrahi rezeksiyonu sonrası ilginç bir şekilde gelişen anti-NMDAR ensefalitli bir 33 yaşındaki kadın hastayı sunuyoruz.
Anti–N-methyl-D-aspartate receptor (anti-NMDAR) encephalitis is a form of autoimmune and paraneoplastic encephalitis that is commonly encountered in young women with ovarian teratoma. As an encephalopathy with possible epileptic, extrapyramidal and psychiatric manifestations, the treatment requires both tumor resection and immunosuppression. However, the rarity of the disease and lack of knowledge most often cause the accurate diagnosis to be late for the optimal patient outcome. Herein, we report a case of a 33 year-old female with anti-NMDAR encephalitis that interestingly developed after the surgical resection of ovarian teratoma.