E-ISSN: 2822-6771
Volume : 2 Issue : 1 Year : 2024
Quick Search
COMPREHENSIVE MEDICINE - : 2 (1)
Volume: 2  Issue: 1 - 2010
REVIEW
1.Influenza virus and swine influenza
Kamuran Şanlı
Pages 4 - 12
İnfluenza, ani başlayan yüksek ateş, baş ağrısı, boğaz ağrısı, non-prodüktif öksürük, burun akıntısı ile karakterize; burun, göğüs, bronşlar ve seyrek olarak da akciğerleri tutan viral infeksiyondur.

İnfluenza epidemileri toplum sağlığını ilgilendiren, hemen hemen her kış mevsiminde görülen, klinik morbidite, mortalite ve ciddi ekonomik kayba yol açabilen büyük bir problemdir. Bütün yaş grupları influenzaya duyarlı olmakla birlikte, ileri yaşta olanlar, kronik hastalığı olanlarda komplikasyon ve ölüm riski daha yüksektir

İnfluenza Orthomyxoviridae ailesinden bir RNA virusudur. Kuşları ve memelileri etkiler. Domuz influenzası diğer influenza virusları ile aynı genetik yapıya sahiptir. Virus RNA’sının farklı proteinleri kodladığı sekiz segmenti vardır. İnfluenza virusları bu segmentli yapısı nedeniyle sık değişime uğrar, farklı genetik yapıya sahip viruslar oluşur. İnfluenza viruslarından identifiye edilen Hemaglutinin (HA) ve Nörominidaz (NA) adı verilen iki majör yüzey glikoproteini vardır. Bu glikoproteinler virusun antijenitesini ve patojenitesini belirler. Hemaglutinin (HA) ve Nörominidaz (NA) proteinleri virus tiplerini belirlemede ve tanımlamada çok önemlidir.

2009 Mart ve Nisan aylarında Meksika ve ABD’de yeni bir İnfluenza A(H1N1) kökeni tanımlanmıştır. Bu yeni virus birkaç haftada bir çok bölge ve ülkeye yayılmıştır. 11 Haziran 2009’da; Dünya Sağlık Örgütü bir pandemi varlığından bahsetti ve pandeminin faz 5-6 seviyesinde olduğunu açıkladı. İnfeksiyonun tedavi ve kontrol altına alınmasında mevsimsel influenza virusu ile H1N1 virusunun kesin olarak ayrımının yapılmasınının çok önemli olduğunu belirtti.

Pandeminin sebep olduğu hastalık ve ölümden en az etkilenmek için ülkelerin çok dikkatli planlamalar ve uygun politikalar üretmesi gerekmektedir.
Influenza is a viral infection that affects mainly the nose, throat, bronchi and, occasionally, lungs. Infection usually lasts for about a week, and is characterized by sudden onset of high fever, aching muscles, headache and severe malaise, non-productive cough, sore throat and rhinitis.

Influenza epidemics occur almost every winter and are associated with considerable morbidity, mortality and economical lost. All age groups are susceptible, but increasing age, certain chronic medical conditions increase the risk of complications and death.

Influenza A is RNA viruses of the family Orthomyxoviridae, that affects birds and mammals. The genetic make up of swine influenza viruses is identical to other influenza A viruses and consists of 8 segments of RNA that code for different proteins. Influenza viruses have the ability to exchange these segments, creating new genetically different viruses. Two major surface glycoproteins, called hemagglutinin (H) and neuraminidase (N), are how influenza A viruses are identified. These glycoproteins also determine the host range, antigenicity and the pathogenicity of the viruses. The hemagglutinin and neuraminidase proteins are important targets for diagnostics and used to designate the subtype of the virus.

A novel strain of influenza A (H1N1) virus was isolated in Mexico and the US in March and April 2009. This novel virus spread to many countries and regions in a few months, and WHO raised the level of pandemic alert from phase 5 to phase 6 on June 11, 2009. The accurate identification of H1N1 virus and other human seasonal influenza A viruses is very important for further treatment and control of their infections.

Careful planning is therefore important to ensure expensive policies to mitigate the pandemic are effective in minimising illness and deaths it.

2.Adolesanlarda Sık Karşılaşılan Jinekolojik Sorunlara Yaklaşım
Ali İsmet Tekirdağ
Pages 13 - 20
Adolesan sözcüğü ise Latince “adolescere” sözcüğünden köken almakta ve çocukluktan ergenliğe geçiş süreci anlamını taşımaktadır. Biyolojik, sosyolojik ve psikolojik bir süreçtir. Sonuç olarak, matürasyonun son evresini oluşturmaktadır. Bu sürecin sonunda, sekonder seks karakterleri gelişmekte, vücut şekli özellikle kalçalar kadına has şeklini kazanmakta ve vücut yağ dağılımı dişi şekil almakta, üreme organları matür hale gelmektedir. Adolesanlardaki başlıca jinekolojik sorunlar: 1) Menstruel sorunlar (en sık), 2) Vajinal akıntı ve infeksiyonlar, 3) Pelvik kitleler ve ovaryen kistler, 4) Travma ve cinsel taciz, 5) Genital sistem anomalileri, 6) Abdominal ve pelvik ağrı, 7) Adolesan gebelikler, 8) Meme sorunları, 9) Erken veya geç puberte olarak sıralanır. Adolesanların toplum içinde giderek artan rollerinin bir sonucu olarak çocukluk ve ergenlik jinekolojisine karşı giderek artan oranda bir ilgi vardır. Pediatrik ve adolesan jinekolojisi, yanlızca gelişim fizyolojisini değil, üreme sağlığını yakından ilgilendirmektedir.
Origin of the word “adolescent” comes from “adolescere” in latin that means transition period from childhood to adulthood. Adolescence is a biological, sociological and psychological process that makes up the last phase of maturation. At the end of this process, development of secondary sex characters, body fat reallocation, establishment of the figure that is unique for women and maturation of reproductive organs is completed. The main gynecological problems in adolescents can be listed as: 1) Menstrual problems (most common), 2) Vaginal discharge and infections, 3) Pelvik mass and ovarian cystomas, 4) Trauma and sexual abuse, 5) Abnormalities in genital systems, 6) Abdominal and pelvic pain 7) Preg-nancy in adolescence, 8) Problems related to breast, 9) Early or late puberty. As a result of the significant roles of adolescents in society, there is progressive concern about childhood and adolenscence gynecology. Concerns about pediatric and adolescent gynecology is important for not only developmental physiology but also for reproductive health.

RESEARCH ARTICLE
3.Eğitim Hastanesinde Sezaryen Oranları
Ali İsmet Tekirdağ, Rahmi Cebeci
Pages 21 - 26
AMAÇ: Sezaryendeki genel artış nedenin, ultrasonografınin, fetal monitorizasyonun, yardımcı üreme tekniklerinin yaygın kullanılması yanında, sosyoekonomik seviyenin yükselmesi, hasta istemi ve mediko-legal uygulamalar olduğunu söyliyebiliriz. Vajinal doğum, morbidite, fiyat/yararlılık ilişkisi, hastanede kalış süresinin kısa olması gibi nedenlerle sezaryen doğuma göre daha avantajlıdır.
YÖNTEMLER: Sezaryen sonrası vajinal yolla doğurtma çabası, daha önce sezaryen olmuş gebeleri tekrar sezaryenin risklerinden korumaya yöneliktir. Sezaryen endikasyonlarının yaklaşık yarısının geçirilmiş eski sezaryenler olduğunu görmekteyiz. Bu durum son yıllarda ülkemizde sezaryene olan eğilimin bir göstergesi olarak yorumlanabilir.
BULGULAR: Sezaryen endikasyonlannın daha dikkatli konulması ülkemiz için de bir gereksinim olarak görülmektedir. Gerek özel gerekse devlet hastanesinde sezaryenle doğum yüzdelerine baktığımızda % 45-50 oranında daha önceden sezaryen olmayı görmekteyiz Hastanemizdeki sezaryen endikasyonlarının % 44.7’si eski-mükerrer sezaryen, daha sonra fetal distres % 12.7, CPD % 10.9, makat prezantasyonu % 8.1, ilerlemeyen travay % 6.1 olarak sıralanmıştır. Eski-mükerrer sezaryen grubundaki ilk sezaryen endikasyonları fetal distres % 21.5, ilerlemeyen travay % 19, makat prezentasyon % 18, CPD % 12.4 idi. Eski sezaryenli vakaların ilk sezaryen endikasyonları ile, hastanemizde ilk kez sezeryan olanların sezaryen endikasyonlarını karşılaştırdığımızda ilk 4 sıranın aynı olduğunu görüyoruz. Kendi isteği ile sezaryen olanların % 75’i özel hastanede, % 25’i devlet hastanesinde sezaryen olmuştur. Özel hastane lehine anlamlı bulunmuştur. Hastanemizdeki sezaryen endikasyonları ile, ülkemizdeki ve diğer ülkelerdeki endikasyonların benzer olduğunu gördük.
SONUÇ: Sezaryen oranlannı azaltmak için hedef ilk sezaryen kararının çok ciddi tartışılarak verilmesinde yatmaktadır. Gerekli doğum öncesi kontroller ve doğum konusunda eğitim sağlanır, doğum sırasında uygun analjezi yapılabilir, travay ebeler tarafından sabır ve şefkatle izlenir, motor güce uygun yardımlar yapılırsa, sezaryen yerine daha çok vajinal doğum yaptırılabilir. Eski sezaryenli hastaların aydınlatılmış onam şartı, çok yakın takip ve operasyon, transfüzyon olanaklarının her an mümkün olduğu merkezlerde gerçekleştirilmesi mümkündür. Bu konu ile ilgili mediko-legal sorunlar yalnızca doğum ekibi tarafından değil, hastane yönetimi ve sağlık bakanlığının ortak iradesi karşılamalıdır. Bu şartlar oluştuğu takdirde ilk sezaryen karan ve eski sezaryenli uygun hastanın doğurtulması daha kolay olacaktır.
OBJECTIVE: Increase in cesarean ratios is due to not only wide usage of ultrasound, fetal monitorization and assisted reproductive technologies but also related to increase in socio-economical high level, desicion of the patient and medico-legal rules. Post-cesarean vaginal birth attempt is a precaution to prevent patient from risks of second cesarean. Its seen that half of the indications of cesarean are due to previous cesareans. This fact can be evaluated as a result of increased tendecy for cesarean in Turkey.
METHODS: Trying to decrease rate of cesarean with trials of vaginal birth and selection of cesarean indications more critically is a contemporary need for Turkey as well as other countries. In private and governmental hospitals, cesarean patient percentages are between 45-50 % who had an operation previously which shows the fact that one time cesarean means always cesarean.Ceserean indication statistics in our hospital shows that repeated cesarean comes first with 44. 7 %, which is followed with fetal distress 12. 7 %, CPD 10,9%, breech presantation 8,1% and distocia 6.1 %. First cesarean indications in repeated cesarean groop are fetal distress 21.5 %, distocia 19 %, breech presantation 18 %, CPD 12.4 %. The first four indications are same. No statistically significant result is obtained when ex- cesarean patient’s place of operation is compared on whether its private or governmental hospital. (p=0.247>0,05). 75 % of patients who had cesarean receieved the operation in private hospitals with their own decision. and 25 % of the patients in governmental hospitals. This statistical difference is meaningful in favor of private hospitals.
RESULTS: The indications of cesarean in our hospital are same with other hospitals in Turkey and different Countries. First goal to decrease cesarean ratios should be discussing the choice critically before taking a step. The number of vaginal births can be increased with regular antenatal- controls, teaching during pregnancy, appropriate analgesia during birth, monitoring of delivery by midwifes continuously and appropriate assistance according to uterine contraction.
CONCLUSION: Medico-legal complications on the issue, should be considered by hospital administration and Ministry of Health as well as the delivery room stuff and all team. In this case, determination of the first time and repeated cesearen patients will be much easier

4.Riskli Gebelik Nedeni ile İzlenen Annelerden Doğan Preterm Bebeklerin Erken Dönem Morbidite ve Mortalite Sonuçları
Sultan Kavuncuoğlu, Erkut Öztürk, Esin Yıldız Aldemir, Yavuz Ceylan, Sibel Özbek
Pages 27 - 30
AMAÇ: Perinatoloji ünitesinde riski nedeni ile izlenen gebelerden doğan prematürelerle sorunsuz gebelik sonrası doğan prematür bebeklerin prognozunu incelemek.
YÖNTEMLER: Ocak - Ağustos 2005 tarihleri arasında perinatoloji ünitesinde izlenip hastanemizde doğan prematürelerle (Grup I) ve izlemi olmadan doğan (Grup II) prematüreler retrospektif olarak çalışmaya alındı. Maternal, perinatal ve postnatal faktörler yönünden gruplar karşılaştırıldı. Mortalite ve morbiditeye etki eden risk faktörleri araştırıldı. İstatiksel anlamlılıkta p<0.05 kabul edildi.
BULGULAR: Ocak-Ağustos 2005 tarasında 424 gebe perinatoloji ünitesinde izlendi. Kırk beşi çoğul gebelik olmak üzere 473 preterm Grup I, 240 preterm Grup II’yi oluşturdu. Gruplar arasında anne yaşı, gravida, cinsiyet, ort. gebelik haftası, doğum şekli ve ağırlığı yönünden fark yoktu. Maternal yaş ortalaması 28 (17-46) gravida (1-11) 2.4 idi. Maternal risk faktörlerinden EMR (Erken Membran Rüptürü) (% 43.1), preeklampsi (% 26.8), diabetes mellitus (% 10.4) ilk sıralarda idi. Fetal distress % 27.8, oligohidroamnioz % 19.1, intrauterin gelişme geriliği % 17.2 oranı ile en önemli perinatal risk faktörlerini oluşturdu. Prematürelerin % 3.4’ü yoğun bakım ünitesinde % 66’sı II. düzey ünitede ve % 30.6’sı anne yanında izlendi. Tanılar karşılaştırıldığında RDS (Respiratuvar Distress Sendromu), sepsis, hipoglisemi, NEK (Nekrotizan Enterokolit) sıklığı Grup I’de anlamlı yüksekti. Grup I’deki prematüreler hastanede daha uzun süre kalmıştı (p<0.05). Mortalite Grup I’de % 9.5, Grup II’de % 11.6 idi (p>0.05).
SONUÇ: Antenal dönemde izlenen riskli gebelerin preterm bebeklerinin; daha düşük gebelik haftasında doğduğu, hastanede daha uzun süre yattığı, morbiditenin daha yüksek olduğu saptandı. Her iki grupta solunum sorunları, sepsis, NEK en önemli morbiditelerdi. Mortalite Grup I’de 24-28 gebelik haftasında ve Grup II’de 33-36 gebelik haftasında yoğunlaşmıştı.
OBJECTIVE: To compare the prognosis of the preterm patients born of pregnancies with problems during antenatal period and born of pregnancies followed by perinatology unit.
METHODS: Preterm patients followed by perinatology unit from January to August 2005 and born at our hospital (Group I) and preterm patients not followed during perinatal period (Group II) were studied retrospectively. The groups were composed for maternal, perinatal and postnatal factors. The risk factors of mortality and morbidity were studied. p<0.05 is accepted as statistically significant 424 pregnant women were followed between January-August 2005. Group I was composed of 473 preterm infants (45 of them were multiple pregnancy) and Group II was composed of 240 preterm infants. There were no differences about age, gravida, gender, delivery method and weight of birth between two groups. Maternal age was 28±5.4, gravida (1-11) was 2.4. PROM 43.1 %, pre-eklampsia 26.8 %, diabetes mellitus 10. 4 % were the leading risk factors of the pregnant women.
RESULTS: The most important perinatal risk factors were fetal distress 27.8 %, oligohidroamnios 19.1 %, IUGR 17.2. RDS (Respiratory Distress Syndrome), septicemia, hypoglisemia, NEC (Necrotizan Ente-rocolit) were significantly higher in Group I. Preterm patients in Group I stayed in hospital for a longer period (p< 0,05). Mortality ratio in Group I was 9.5 %, 11.6 % in Group II (p>0.05).
CONCLUSION: We determined that preterm patients followed during antenatal period were born at earlier gestational week,stayed in hospital for longer period and had a higher morbidity rate. The most important morbidities were respiratory problems, septisemia and NEC in both groups. Mortality ratios were higher at 24-28 gestational weeks in Group I, 33-36 gestational weeks in Group II.

5.Glanzmann Trombastenili Hastalarımızın Değerlendirilmesi
Zafer Şalcıoğlu, Hülya Sayılan Şen, Gönül Aydoğan, Ferhan Akıcı, Arzu Akay, Deniz Tuğcu, Zafer Başlar
Pages 31 - 34
AMAÇ: Glanzmann trombastenisi trombosit membranındaki Gliko-protein IIb IIIa’nın yokluğu, eksikliği ya da işlevindeki bozukluk sonucu oluşan kalıtsal bir kanama hastalığıdır. Hastalarda değişen ciddiyet ve sıklıkta kanamalar kendini gösterir. Çalışmamızda 1990-2008 yılları arasında izlenen 30 Glanzmann hastamıza ait klinik ve laboratuvar özellikleri, geçmişe dönük olarak değerlendirilmiştir.


YÖNTEMLER: Hastalarımızın 15’i (% 50) erkek, 15’i (% 50) kızdır. Hasta-ların başvuru yaşı 1 ay ile 7 yaş arasında değişmektedir (ortalama 2.8 yıl). Hastalarımızın 16’sında anne ve babaları arasında akrabalık bildirilmiştir (% 53.3). Tüm hastalarımızda kanama zamanları uzun bulunmuş ve trombosit fonksiyon testleriyle tanılar desteklenmiştir. Hastaların 26’sında immünfenotipleme elde edilebilmiştir. Beş hasta Tip 1 hastalık (19.2), 10 hasta Tip 2 hastalık (% 38.3) ve 12 hasta Tip 3 hastalık (% 42.3) olarak kabul edilmiştir.


BULGULAR: Hastalarımızda kanama sıklıkları: ağız içi kanamaları (% 83.3), peteşi, purpura ve ekimoz (% 73.3), burun kanamaları (% 70), menoraji (% 20), mide bağırsak kanamaları (% 10), hematüri (% 6.6), hemartroz (% 3.3) ve kafaiçi kanamalar (% 3.3) şeklinde sıralanıyordu.
SONUÇ: Tedavi için; lokal uygulamalar, antifibrinolitik ilaçlar, doğum kontrol ilaçları yanında ciddi kanama durumlarında trombosit süspansiyonları kullanılmıştır. Üç hastamıza ait dört kanama atağı için rFVIIa uygulanmıştır. Bir hastamız tüberküloz perikardit ve dilate kardiyomyopati nedeniyle yitirilmiştir. Olgularımızın izlem süresi 1 ile 18 yıl arasında değişmektedir (ortalama 9.24 yıl). Hastalarımızda alloimmünizasyona rastlanmazken 29 hastamız halen sorunsuz izlenmektedir.
OBJECTIVE: Glanzmann Thrombasthenia is a rare bleeding diathesis occuring due to the dysfunction or absence of glycoprotein IIb-IIIa present on the thrombocyte membrane. Severity and frequency of the bleeding episodes may change from patient to patient. In this report, clinical and laboratory features of 30 patients that were followed between 1990-2008 were evaluated.
METHODS: They were 15 males (50 %) and 15 females (50 %). The age of onset was between 1 month and 7 years (mean 2.8 years). Familial consaguity was present in 16 (53.3 %) of the patients. Bleeding time was prolonged and thrombocyte function tests were correlated with Glanzmann disease. Flow cytometric tests were done in 26 patients. Type 1 disease was present in 5 (19.2 %), type 2 in 10 (38.5 %), type 3 in 11 (42.3 %) of the patients.
RESULTS: The bleeding types seen in our patients were as follows; oral mucosal bleedings (83.3 %), superficial skin bleedings (73.3 %), epistaxis (70 %), menorrhagia (20 %), gastro intestinal bleeding (10 %), hematuria (6.6 %), haemarthrosis (3,3 %) and intracranial bleeding (3.3 %).
CONCLUSION: Local therapies, antifibrinolytic agents, oral contraceptives and if severe bleeding is present thrombocyte suspensions were given. For three of our patients with 4 bleeding attacks rFVIIa was used. One of our patients died due to tuberculous pericarditis and dilated cardiomyopathy. Follow up duration was between 1 and 18 years (mean 9.4 years). There was not any documanted alloimmunization. Twenty nine of our patients are still alive and being followed up.

6.Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesinde İzlenen Riskli Yenidoğanların İki Basamaklı İşitme Taramasıyla Değerlendirilmesi
Sedef Öner, Rengin Şiraneci, Sultan Kavuncuoğlu, Mehmet Ramoğlu
Pages 35 - 39
AMAÇ: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde tedavi gören hastalarda işitme kaybı açısından risk faktörlerinin değerlendirilmesi ve risk faktörü olan bebekler ile olmayanlar arasında işitme kaybı açısından Geçici Uyarılmış Otoakustik Emisyon (TEOAE) ve Beyin sapı işitsel yanıtları (ABR) testlerini kullanarak karşılaştırma yapmaktır.
YÖNTEMLER: Çalışmaya 01.01.2007 - 01.01.2008 tarihleri arasında Semiha Şakir Doğumevi Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’nde tedavi almış 165 hasta dahil edildi. Tarama, iki aşamalı olarak gerçekleştirildi. Çalışmaya dahil edilen tüm hastaların TEOAE testi yapıldı. TEOAE testinden geçemeyen bebeklere ve risk faktörü taşıyan on bebeğe ABR testi uygulandı. 2007 Bebek İşitmesi Ortak Komitesi (Joint Committee for Infant Hearing) tarafından belirlenmiş risk kriterlerine göre değerlendirme yapıldı.
BULGULAR: TEOAE testinde 165 bebeğin 143’ü (% 86.7) “geçti”, 22’si (% 13.3) “kaldı” olarak bulundu. ABR uygulanan bebeklerden 5’i (% 16.6) “kaldı”, 25’i (% 83.4) “geçti” olarak bulundu. İki aşamalı tarama testinde nihai sonuç; 165 olgunun 158’i (% 96.9) “geçti”, 5’i (% 3.1) “kaldı”. İki bebek testin ilk aşamasına katılıp ikinci aşamasına katılmadığı için nihai sonuçta değerlendirilmeye alınamadı. Hastanemiz yoğun bakım ünitesi 3. düzey hizmet vermektedir. Bu çalışmayla elde ettiğimiz % 96.9 “geçiş” oranı literatürde bildirilen en iyi oranlar arasındadır. Çok düşük doğum ağırlıklı premature (≤ 1,500 g) olmanın işitme kaybı açısından ileri derecede anlamlı olduğu görüldü. Ayrıca, intrakraniyal kanama, ventilatör desteği işitme kaybında önemli risk faktörleriydi. Risk faktörü içermeyen hasta grubundaki tüm bebekler işitme taramasını % 100 başarı ile geçti. TEOAE yapılan 165 vakanın 38’i risksiz, 124’ü bir risk, 3’ü 2 risk faktörü taşıyordu, kalan ve geçen grupların analizinde bir riskli 19, risksiz 3 vakanın taramadan kaldığı (% 13.3) görüldü. Buna karşılık 35 risksiz, 105 bir risk, 3 iki riskli bebek ise (% 86.7) taramadan geçti. Geçen ve kalan hastaların riske göre dağılımında istatistiksel fark yoktu (p=0.395). TEOAE ‘ den kalan ve kriterlere göre risk taşıyan 28 premature ABR yöntemi ile tarandı. Bu bebeklerin risk dağılımında 25 prematurenin 21’inde 1 risk olduğu, 5 vakada nihai sonuçta işitme kaybı tanımlandığı, kalan ve geçen vakalarda risk sayısının kalmaya etkisi olmadığı görüldü (p=0.337). Bu sonuç işitme kaybı bulunan bebek sayısının az olmasına bağlandı.
SONUÇ: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde tedavi edilen vakalarda risk faktörü taşıyanlarda işitme kaybı oranı risk faktörü olmayan yenidoğanlara göre yüksektir.
OBJECTIVE: Evaluation of the risk factors for hearing loss in infants treated in neonatal intensive care unit; comparison between infants with risk factors and infants without risk factors by using transient evoked otoacustic emission (TEOAE) and audiology brainstem (ABR) response tests.
METHODS: 165 patients treated between 01.01.2007 - 01.01.2008 in Semiha Şakir Doğumevi Neonatal Intensive Care Unit were included in this study. Screening was performed by two steps. All the patients included in this study were tested with TEOAE. Infants who failed to pass TEOAE test and 10 babies carrying risk factors were tested with ABR. Evaluation was performed according to risk criterias determined by the 2007 Joint Committee for Infant Hearing.
RESULTS: 143 (86.7 %) of 165 babies ‘passed’and 22 (13.3 %) ‘failed’ TEOAE test. In ABR peformed babies, 5 (16.6 %) of them “failed”, and 25 (83.4 %) of them “passed”. Final conclusion in this two steep screening test: 158 (96.9 %) of 165 cases “passed”, 5 (3.1%) “failed”. Two babies who attended the first step but did not attend second step were not included in final conclusion.

Intensive care unit of our hospital gives third degree service. The 96.9% ratio of those who ‘passed’, is one of the best ratios declared in medical literature. Being a very low brith weight premature (≤ 1500 gr) was found significantly relevant with hearing loss. Besides intracranial bleeding and mechanical ventilator support were also significant risk factors for hearing loss. Babies who did not have risk factors, passed the hearing screening with 100 % success rate. Of the 165 cases who underwent TEOAE test; 38 carried no risk, 124 carried 1 risk, 3 carried 2 risks. 19 cases carrying 1 risk and 3 cases without risk failed in the screening test (13.3 %). 35 carrying no risk, 105 carrying 1 risk and 3 carrying 2 risks (86.7 %) ‘passed’ the screening. Patients who passed and failed, showed no statistical difference in distribution according to the risk (p=0.395). 30 prematures who failed TEOAE test and carried risk according to criterias, were screened by ABR method. In the risk distribution of these babies 21 or 25 prematures carried 1 risk, 5 had hearing loss and number of risks were not relevant with failure in cases who passed and failed (p=0.337). This conclusion was linked to the few number of babies with hearing loss.

CONCLUSION: The ratio of hearing loss is higher in cases treated in neonatal intensive care unit in comparision to healthy newborns.

7.Konjenital Hipotiroidizm Tedavisinde İzlemin Önemi
Tolga Özgen, Nevzat Çizmeci, Erdal Adal, Hasan Önal, Sevil Sarıkaya
Pages 40 - 42
AMAÇ: Konjenital hipotiroidizm tarama programları sayesinde erken tanınabilen ve tedavi edilebilen bir hastalıktır. Tedavi dozu ile ilgili rehberlerde yüksek doz önerileri yer alsa da bu tedavinin hipertiroidizm riski yarattığı için bu doza temkinli yaklaşan gruplarda vardır.
YÖNTEMLER: Çalışmamızda hastanemize başvuran 40 konjenital hipotiroidizm tanısı almış hastanın dosyaları retrospektif olarak incelenmiş aldıkları ilaç dozları, tedavi sonrası hipertiroidizm görülme oranları araştırılmıştır.
BULGULAR: Hastaların ortalama tedavi başlangıç yaşının 22.7±8.8 gün, ortalama tedavi dozunun 11,11±3,07 mcg/kg/gün olduğu, 9 hastada hipertiroidizm laboratuvar ya da klinik bulgusu geliştiği gözlendi. Hipertiroidizm görülen hastaların sekizi yüksek doz levotiroksin tedavisi alıyordu. Sonuç olarak, hafif hipotiroidizm vakalarında düşük doz levotiroksin (6-9 mcg/kg/gün) ile kısa sürede ötiroid durum sağlanabildiğinden hipertiroidizm riski nedeni ile yüksek doz yerine düşük dozlarda L-tiroksin tedavisi yeterli olmaktadır. Ancak, ağır hipotiroidizmli hastalar normal bir nörolojik gelişim için yüksek doz (10-15 mcg/kg/gün) L-tiroksin ile tedavi edilmelidirler.
SONUÇ: Ağır hipotiroidizm olsa bile yüksek doz tedavi ile iyatrojenik hipertiroidizm riski vardır. Her iki durumda da ister hafif ister ağır hipotiroidizm olsun, hastaların tedavilerini uygun dozda almasını sağlamak için çok yakın izlem gerekmektedir.
OBJECTIVE: Newborn screening for congenital hypothyroidism (CH) and early substitution treatment has eliminated mental retardation in children with CH. Although endocrinological guidelines consider high initial levothyroxine dose, there are some groups who prefer low dose initial therapy because of the iatrogenic hyperthyroidism risk of high dose initial therapy.
METHODS: In this study medical records of 40 children with CH were evaluated. Relation between levothyroxine doses and the frequency of iatrogenic hyperthyroidism were investigated.
RESULTS: The patients are diagnosed as CH at the mean age of 22,7±8,8 day old and they are treated at a dose of 11,11±3,07 mcg/kg/day. Iatrogenic hyperthyroidism was detected in nine patients and 8/9 of these patients were treated with high initial dose levothyroxine therapy. In conclusion newborns who have not severe hypothyroidism may be treated by low initial dose. This dose will be enough to obtain normal thyroid functions tests quickly. But newborn with severe hypothyroidism must be treated with high dose levothyroxine therapy to prevent neuromotor retardation.
CONCLUSION: It is very important that all newborns treated with levothyroxine must be follow-up frequently to achieve normal thyroid function tests and to prevent iatrogenic hyperthyroidism.

CASE REPORT
8.IVF İkiz Eşi Olan Bebekte Duodenal Atrezi ve De Novo Distal 10q Delesyon Sendromu Birlikteliği
Çiğdem Aydoğmuş, Muhittin Çelik, Kanay Yararbaş, Sema Acar, Mehmet Gökhan Ramoğlu, Fatma Kara, Taliha Öner, Tuba Koçkar, Ayşegül Kuşkucu, Hüseyin Aldemir
Pages 43 - 45
Onuncu kromozom uzun kolunda terminal delesyon nadir görülür ve kırılma noktaları değişkendir. Hastaların fenotipik özellikleri; çıkık alın, basık ve geniş burun kökü, yarık damak, mikrognati, düşük kulak gibi yüz anomalileri, postnatal büyüme-gelişme geriliği, mental retardasyon, kardiyak ve genitoüriner defektlerdir. Olgumuzda bu bölge kayıplarında bildirilmemiş duodenal atrezi varlığı söz konusu olup, bu tür parsiyel monozomi olgularında moleküler düzeydeki çalışmalarla detaylı haritalama yöntemlerinin önemi ortaya çıkmaktadır.

Özellikle intrasitoplazmik sperm enjeksiyonu (ICSI) gibi yardımcı üreme yöntemlerinin kullanımıyla infertilite tedavisinde yeni bir dönem başlamıştır. Bu prosedürler sonrası oluşan gebelikler yakından takip edilmekte ve doğan bebekler rutin takibe alınmaktadır. Bu yöntemlerin kullanılmasıyla doğan bebeklerde konjenital anomali sıklığının artış gösterdiği tartışmaları sürmektedir. Olgumuzda yardımcı üreme yöntemi – yeni oluşmuş (de novo) kromozom anomalisi birlikteliği söz konusudur.
Deletions of long arm of chromosome 10 is a rare entity and the breakpoints show a heterogeneous pattern. Phenotype usually shows frontal bossing, broad nasal bridge, cleft palate, micrognathy and other facial features next to growth retardation, Mental deficit, cardiac and urinary abnormalities.

There are some novel features in this report of a patient with a 10q26 deletion, such as the presence of duodenal atresia so detailed mapping is necessary for such cases but in our case it was not possible because of insufficient material.

9.Lokal Anestezik Uygulaması Sonrası Gelişen Methemoglobinemi
Erkut Öztürk, Belgin Turalı Aktaş, Kazım Öztarhan, Erdal Adar
Pages 46 - 48
Normal koşullarda hemoglobinde bulunan demir iki değerlidir (Fe++). Hemoglobindeki demirin okside olup, üç değerli (Fe+++) duruma geçmesiyle methemoglobinemi oluşur. Bu reaksiyon, dokuda hipoksemiye yol açar. Methemoglobinemi sıklıkla kimyasal maddelerle temas sonrası görülmekle beraber, genetik, besinlere bağlı ve idiopatik olarak da bulunabilir. Pratikte kazanılmış methemoglobinemilerin çoğu lokal anestezik kullanımına bağlı olup methemoglobinemi seviyeleri potansiyel olarak zararlı olabilir. Bu yazıda sünnet öncesi prilokain uygulanan ve sonrasında akut methemoglobinemi gelişen bir yenidoğan vakası sunularak hastalığın siyanozun ayırıcı tanısında düşünülmesi gerekliliğinin vurgulanması ve tedavi yöntemlerinin gözden geçirilmesi amaçlanmıştır.
The iron in the hemoglobin molecule is in ferrous state (Fe++). The oxidation of iron from ferrous to ferric (Fe+++) state causes methemoglobinemia. This reaction decreases the oxygen-carrying capacity. Methemoglobine-mia is frequently related to chemical substances. However, hereditary or idiopathic cases have also been described. Most of the acquired methemoglobinemia cases are due to local anesthetics in clinical practice and the methemoglobinemia level can be potentially harmful. Here, we presented an newborn case in which methemoglobinemia developed after the administration of prilocaine prior to a circumcision.