E-ISSN: 2822-6771
Volume : 14 Issue : 2 Year : 2024
Quick Search
COMPREHENSIVE MEDICINE - : 14 (2)
Volume: 14  Issue: 2 - 2022
OTHER
1.Frontmatters

Pages I - V

RESEARCH ARTICLE
2.Determination of The Relationship Between Postoperative Delirium Development and Analgesia Nociception Index Values in Pediatric Patients
Feyza Özaltun, Seniyye Ülgen Zengin, Meliha Orhon Ergün, Pelin Çorman Dinçer, Tumay Umuroğlu
doi: 10.14744/iksstd.2021.54366  Pages 113 - 119
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, pediyatrik hastalarda intraoperatif ve postoperatif dönemde analjezi nosisepsiyon indeks (ANİ) monitörü aracılığıyla numerik olarak ölçülen ağrı düzeylerinin derlenme deliryumu ile ilişkisinin belirlenmesi hedeflendi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Minör cerrahi girişim geçirecek, ASA I-II grubu 2−6 yaş arası 132 hasta çalışmaya alındı. Çocuklar yaşlarına göre, Grup S (2−3,9 yaş) ve Grup B (4−6 yaş) olmak üzere iki gruba, ANİ değerlerine göre ise üç gruba ayrıldı. Elektrokardiyografi, noninvaziv kan basıncı, SpO2, etCO2, sıcaklık, bispektral indeks (BİS) ve ANİ monitörizasyonları uygulandı. Maske indüksiyonunda indüksiyon kompliyans kontrol listesi değeri, preoperatif dönemden postoperatif 15. dakikaya kadar ANİ değerleri, postoperatif 5−10−15. dakika davranışsal ağrı değerlendirme skalası (FLACC) ve pediyatrik anestezide derlenme deliryumu (PAED) skorları kaydedildi.
BULGULAR: Çalışmada, 2−3 yaş grubunda diğer gruba göre postoperatif 10. dakika FLACC değerleri (p=0,047) ve 5−10−15. dakika PAED değerleri (p<0,01) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek bulundu. ANİ ölçümleri 4−6 yaş grubunda postoperatif 15. dakika değeri diğer gruptan daha yüksekti (p=0,032), diğer ölçüm dönemleri arasında fark yoktu. Postoperatif 5−10−15. dakika PAED değerleri kesme noktası 10 olarak alındığında; preoperatif, insizyon sırası ve preekstübasyon ANİ ölçümleri ile karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı; bundan dolayı ANİ için bir cut-off değeri belirlenemedi. Preekstübasyon ANİ değeri 50−70 olan çocukların 5. ve 10. dakika FLACC ve PAED ölçümleri diğer ANİ gruplarına göre anlamlı düzeyde düşük bulundu (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Sonuç olarak, 2−6 yaş arası pediyatrik hastalarda uyanma öncesi ölçülen ANİ’nin derlenme deliryumu gelişimini öngörmede etkin olmadığı kanısına varıldı.
INTRODUCTION: The aim of the study was to determine the relation of the pain levels measured numerically in the intraoperative and post-operative period by analgesia nociception index (ANI) monitor with the emergence delirium in pediatric patients.
METHODS: American society of anesthesiologists 1–2 group, aged 2–6, 132 patients who have undergone minor surgical intervention were enrolled in the study. Children were divided into two groups according to their ages, Group S (2–3 years) and Group B (4–5 years), and three groups according to ANI values. Electrocardiogram, non-invasive blood pressure, SpO2, etCO2, temperature, bispectral index monitoring, and ANI monitoring’s were done. ICC value in mask induction, ANI values from pre-operative to post-operative 15 min, face, legs, activity, cry, and consolability (FLACC), and Pediatric Anesthesia Emergence Delirium (PAED) scores to post-operative 5–10–15 min were recorded.
RESULTS: Post-operative 10th min FLACC values (p=0.047) and 5–10–15th min PAED values (p<0.01) were statistically significantly higher in the Group S as compared to the other group. Post-operative 15th min ANI values were higher in the Group B than in the other group (p=0.032), and there was no difference between the other measurement periods. PAED values, 10 as the cut-off value, when compared to pre-operative-incision and preextubation ANI values at the 5–10–15th min postoperatively, there was no statistically significant difference; so a cut-off value for ANI could not be determined. Patients with preextubation ANI values of 50–70 had significantly lower FLACC and PAED values at 5th and 10th min (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: It has been concluded that ANI measured before preextubation is not effective in predicting the emergence delirium in pediatric patients aged 2–6 years.

EXPERIMENTAL WORK
3.Investigation of Expression of the ERAP1 Gene in Plasma Cell Dyscrasia
Melda Sarıman, Büşra Karaçam, Mesut Ayer, Sema Sırma Ekmekçi, İlknur Suer, Kıvanç Çefle, Şükrü Palanduz, Şükrü Öztürk, Meliha Nalçacı, Neslihan Abacı
doi: 10.14744/iksstd.2021.29494  Pages 120 - 124
GİRİŞ ve AMAÇ: Önemi bilinmeyen monoklonal gammopati asemptomatik, multipl miyeloma ise semptomatik bir plazma hücre diskrazisidir. Daha önce yaptığımız RNA dizileme çalışmasında multipl miyeloma hastalarında endoplazmik retikulum aminopeptidaz 1 (ERAP1) geninin ifadesi sağlıklı kemik iliği kontrollerine göre yüksek bulundu ve aday gen olarak belirlendi. Bu çalışmada, ERAP1’in multipl miyeloma patogenezinde doğrudan ya da dolaylı etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: ERAP1 geninin ifade seviyeleri yeni tanılı, tedavi görmemiş 38 multipl miyeloma hastasından ve 23 önemi bilinmeyen monoklonal gammopati ile 16 kontrol kemik iliği materyallerinde qRT-PCR yöntemi ile incelendi. Elde edilen sonuçlar SPSS 25 istatistik programında analiz edildi.
BULGULAR: ERAP1 gen ifadesi multipl miyeloma, önemi bilinmeyen monoklonal gammopati ve kontrol grupları arasında karşılaştırıldığında gen ifadesi açısından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05; p=0,280).
TARTIŞMA ve SONUÇ: RNA dizileme çalışmamız sonucunda ERAP1 geni ifadesi multipl miyeloma hastalarında daha yüksek bulunmasına rağmen, bu çalışmada qRT-PCR ile hasta ve kontrol grupları arasında ERAP1 gen ifadesinde bir farklılık saptanmadı. Ancak bu konuda kesin bir sonuca varabilmek için daha fazla örneklemde bu genin ifadesi araştırılmalıdır. Literatürde farklı kanser türlerinde ERAP1 ifadesi değişkenlik göstermektedir. Ayrıca oldukça polimorfik olan ERAP1 genindeki varyasyonların proteinin fonksiyonuna etkisi olabileceğinden ERAP1’in multipl miyeloma patogenezinde rolünün bu yönüyle de araştırılması gerektiği sonucuna varıldı.
INTRODUCTION: Monoclonal gammopathy of unknown significance (MGUS) is asymptomatic, and multiple myeloma (MM) is a symptomatic plasma cell dyscrasia. In our RNA sequencing study, the expression of the ERAP1 gene from the cell pools of MM patients and healthy bone marrow controls was found to be high in the patient group and it was investigated in this study whether it has a direct or indirect effect on MM pathogenesis.
METHODS: The expression levels of the ERAP1 gene from the bone marrow materials of 38 newly diagnosed and untreated MM patients, 23 MGUS, and 16 control groups were examined by the qRT-PCR method. The results were analyzed in the SPSS.25 statistics program.
RESULTS: Expression levels of the ERAP1 gene were not statistically significant between the MM group, the MGUS group, and the control group (p>0.05) (p=0.280).
DISCUSSION AND CONCLUSION: The ERAP1 candidate gene with high RPKM value in our RNA sequencing study did not find a significant relationship between the validated patient and control groups. This issue should be investigated in more samples to reach a definite conclusion. In addition, it was concluded that the polymorphisms of the ERAP1 gene, highly polymorphic, should be studied in this aspect, and its effect on gene expression in myeloma.

RESEARCH ARTICLE
4.Laparoscopic and Open Method Comparative Inguinal Hernia Repair in Girls Single Center Results
Yusuf Atakan Baltrak, Seniha Esin Söğüt, Onursal Varlıklı
doi: 10.14744/iksstd.2021.34635  Pages 125 - 129
GİRİŞ ve AMAÇ: Kasık fıtığı ameliyatları çocuk cerrahisi kliniklerinde en sık uygulanan cerrahi işlemler arasındadır. Çocuklarda kasık fıtıklarının tedavisinde uygulanan geleneksel açık yaklaşım ile fıtık ameliyatı altın standart haline gelmiştir. Düşük komplikasyon ve yüksek başarı oranları bu tedavinin en sağlam dayanaklarıdır. Ancak çocuk yaş grubunda minimal invaziv uygulamaları giderek yaygınlaşmaktadır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada, kasık bölgesinde şişlik nedeniyle kliniğimize başvuran ve yapılan değerlendirmede inguinal herni tanısı alan kız hastalar çalışma grubu olarak belirlendi. Çalışmaya dahil edilen hastaların klinik verileri retrospektif olarak incelendi. Uygulanan cerrahi yönteme göre hastalar iki gruba ayrıldı. Birinci grup laparoskopik inguinal herni uygulanan grup (grup LG, n=41) ve ikinci grup geleneksel ameliyat grubu (grup AG, n=45) oluşturdu. Her iki grup arasında sonuçlar istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 86 olgu dahil edildi. Olguların 41’i laparoskopik yöntem ile fıtık onarımı yapılan (Grup LG), 45’i geleneksel açık yöntemle fıtık onarımı yapılan grupta (Grup AG) değerlendirildi. LG ve AG arasında medyan yaş, vücut ağırlığı ve kasık fıtığı tarafı açısından istatistiksel bir fark saptanmadı (p>0,05). Her iki grup arasında ameliyat süresi, hastanede yatış süresi ve nüks fıtık oranları arasında istatistiksel bir fark tespit edilmedi (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Kız çocuklarında kasık fıtığının cerrahi tedavisinde laparoskopik perkütan internal ring sütürizasyon yöntemi ile kasık fıtığı tamiri basit, güvenli, tek port kullanılarak uygulanan, kolay öğrenilebilir prosedüre sahip, komplikasyon ve nüks oranları düşük, aynı seansta karşı kasık bölgesinin de değerlendirilebildiği etkili bir yöntemdir.
INTRODUCTION: Inguinal hernia surgeries are among the most common surgical procedures performed in pediatric surgery clinics. Hernia surgery has become the gold standard with the traditional open approach in the treatment of inguinal hernias in children. Low complications and high success rates have been the strongest pillars of this treatment.
METHODS: Female patients who applied to our clinic with swelling in the groin area and were diagnosed with inguinal hernia in the evaluation were determined as the study group. The clinical data of the patients included in the study were analyzed retrospectively. The patients were divided into two groups according to the surgical method applied. The first group constituted the group in which laparoscopic inguinal hernia was applied (group LG, n=41) and the second group constituted the traditional surgery group (group OG, n=45).
RESULTS: Eighty-six cases were included in the study. Forty-one of the cases were evaluated in the group where hernia repair was performed by laparoscopic method (Group LG) and 45 of the cases underwent hernia repair by the traditional open method (Group OG). There was no statistical difference between the two groups in terms of operation time, length of hospital stay, recurrent hernia rates, and cost per patient (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In the surgical treatment of inguinal hernia in girls, laparoscopic percutaneous internal ring suturing method is a simple, safe, single-port, easy to learn procedure, low complication and recurrence rates, and an effective method.

5.Evaluation of the Management, Mortality, and Morbidity in Acute Appendicitis in Elderly Patients: A Tertiary Care Hospital Experience
Yasin Kara, Erkan Somuncu, Mehmet Abdussamet Bozkurt, Ali Kocataş
doi: 10.14744/iksstd.2021.38278  Pages 130 - 136
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, akut apandisitli yaşlı hastalarda tedavi, mortalite ve morbidite konusundaki klinik deneyimlerimizin ve etkileyen olası faktörlerin tartışılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu olgu serisi analizinde, Ocak 2015 ile Mayıs 2019 tarihleri arasında Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Kliniğinde akut apandisit tanısıyla ameliyat edilen yaşlı hastalar değerlendirildi. Birincil hedefler, mortalite, morbidite ve yönetimi belirlemektir.
BULGULAR: Çalışma grubu 83 yaşlı hastadan oluşuyordu. Yaş ortalaması 70,5±6,36 yıl olan 83 hastanın 47'si (%57) kadın, 36'sı (%43) erkekti. Olguların ortala-ma semptom süresi 9±3 gün, semptomların başlangıcından hastaneye yatışına kadar geçen medyan süre beş gün. Apendiks perforasyonu ve morbidite oranı sırasıyla %45 (n=37) ve %39 (n=32) idi. İlk semptomların başlangıcından perfore olguların hastaneye kaldırılmasına kadar geçen süre 7-9 gündü. Akut apan-disit tanısında bilgisayarlı tomografi kullanıldı ve 17 (%20) olguda değerli bilgiler sağlandı. Operatif modalite hastaların 18'inde (%22) laparoskopi, 61'inde (%73) açık apendektomi, dördünde (%5) açık prosedüre dönüştü. Çalışma grubumuzda 3 (%4) hastada mortalite gelişti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda perforasyon, morbidite ve mortalite oranları %45 (n=37), %39 (n=32) ve %4 (n=3) idi. Geç başvuru, tanı ve tedavide gecikme, perforasyon ve morbidite oranlarında artışa neden olur. Laparoskopik apendektomi yaşlı hastalarda güvenli ve uygulanabilir bulundu.
INTRODUCTION: This study aimed to present our clinical experiences in the management, mortality, and morbidity and discuss the possible influencing factors of elderly patients with acute appendicitis (AA).
METHODS: In this case series analysis, we evaluated the elders presented and operated as AA between January 2015 and May 2019 in Kanuni Sultan Süleyman Training and Research Hospital General Surgery Clinic. Primary goals were to determine the mortality, morbidity, and managements.
RESULTS: The study cohort consisted of 83 elders. The mean age was 70.5±6.36 years, of 83 patients, 47 (57%) were female and 36 (43%) were male. The mean duration of symptoms of cases was 9±3 days and the median time from the onset of symptoms to hospital admission was 5 days. The rate of appendiceal perforation and morbidity was 45% (n=37) and 39% (n=32), respectively. The length of time from the onset of first symptoms to hospital admission of perforated cases was 7–9 days. Computerized tomography was used and provided valuable information in 17 (20%) cases in the diagnosis of AA. Operative modality was laparoscopy in 18 (22%) of patients, open appendectomy in 61 (73%), and conversion to open procedure in 4 (5%). There were 3 (4%) mortality in our study group.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Perforation, morbidity, and mortality rates were 45% (n=37), 39% (n=32), and 4% (n=3) in our study. Late presentation and delay in diagnosis and treatment result in increased rates of perforation and morbidities. Laparoscopic appendectomy was safe and feasible in elderly patients.

6.Our Total Excision Results in Hidradenitis Suppurativa
Nihat Gülaydın
doi: 10.14744/iksstd.2022.94547  Pages 137 - 143
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızda geç tanı konulmuş ve medikal olarak tedavi edilemeyen hidradenitis süpürativa olgularında cerrahi total eksizyonun etkinliği değerlendirildi.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu retrospektif çalışmada, kliniğimize 2001 Ocak ile 2021 Şubat tarihleri arasında müracaat eden ve hidradenitis süpürativa tanısı konularak cerrahi tedavi yapılan hastalar değerlendirildi. Hastaların yaş, cinsiyet, beden kitle indeksi özellikleri ile klinik başvuru özellikleri, alışkanlıkları, cerrahi tedavileri, ameliyat sonrası yatış süreleri, ameliyat sonrası takipleri ve patolojik bulguları kaydedildi. Uzun süreli takiplerinde nüks oranları değerlendirildi.
BULGULAR: Hidradenitis süpürativa nedeniyle 10 olguya cerrahi total eksizyon uygulandı. Hastaların tamamı erkek olup ortalama yaş 32,2 yıl, ortalama beden kitle indeksi 24,79 kg/m2 bulundu. Bir hastada her iki aksiller alanda yaygın apse ve akıntılı yaralar varken, diğer tüm hastalarda sakrokoksigeal alanda ve gluteal alanlarda yaygın akıntılı yaralar ve apseler izlendi. Üç hasta daha önce pilonidal sinüs (kist dermoid sakral) tanısıyla opere edilmişti. Hastaların çoğunda sigara kullanımı mevcuttu. Cerrahi tedavide tüm olgulara sağlam cerrahi sınır gözetilerek total eksizyonu takiben flep rekonstrüksiyonu yapıldı. Ortalama yatış süresi 1,8 gündü. Bir yıl ve üzeri takiplerinde bir hasta dışında tüm hastalarda şifa sağlandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Medikal olarak tedavi edilemeyen hidradenitis süpürativa hastalarında sağlam cerrahi sınır gözetilerek uygulanan total eksizyon ve flep rekonstrüksiyon yeterli bir tedavi seçeneği olabilir.
INTRODUCTION: In our study, the effectiveness of surgical total excision was evaluated in cases of hidradenitis suppurativa (HS), which was diagnosed late and could not be treated medically.
METHODS: In this retrospective study, patients who applied to our clinic between January 2001 and February 2021, were diagnosed with HS, and underwent surgical treatment were evaluated. The patients’ age, gender, BMI characteristics, clinical presentation characteristics, habits, surgical treatments, post-operative hospital stay, post-operative follow-up, and pathological findings were recorded. Recurrence rates were evaluated in long-term follow-ups.
RESULTS: Surgical total excision was performed in ten cases due to HS. All of the patients were male, with a mean age of 32.2 and a mean BMI of 24.79. While one patient had extensive abscesses and ulcers in both axillary areas, all other patients had extensive draining wounds and abscesses in the sacrococcygeal area and gluteal areas. Three patients had previously been operated for the diagnosis of pilonidal sinus (Cyst dermoid sacral). Most of the patients were smokers. In surgical treatment, flap reconstruction was performed in all cases following total excision, considering the intact surgical margin. The mean length of stay was 1.8 days. In the follow-up period of 1 year or more, all patients were cured except for one.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In patients with HS who cannot be treated medically, total excision and flap reconstruction with a sound surgical margin may be an adequate treatment option.

7.Single-Center Experience in the Surgical Treatment of Primary Hyperparathyroidism
Ümit Turan, Hüseyin Kılavuz, Ali Kaan Sanal
doi: 10.14744/iksstd.2022.74436  Pages 144 - 149
GİRİŞ ve AMAÇ: Primer hiperparatiroidizmde medikal tedavi seçenekleri olmasına rağmen günümüzde geçerli tek küratif seçenek patolojik paratiroid bez veya bezlerinin total olarak cerrahi eksizyonudur. Çalışmamızın amacı, gelişmiş preoperatif değerlendirmeler ışığında primer hiperparatiroidizmin cerrahi tedavisinde tek merkez deneyimlerimizi sunmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek merkezli ve retrospektif olan çalışmamıza Mart 2015 ile Nisan 2021 tarihleri arasında genel cerrahi kliniğinde primer hiperparatiroidizm nedenli paratiroid cerrahisi geçiren 145 hasta dahil edildi. Tüm hastalar operasyon öncesi boyun ultrasonografisi ve teknesyum-99m sestamibi ile değerlendirildi. Bu iki yöntemin aynı lokalizasyonu göstermesi veya tek bir görüntüleme yönteminin lokalizasyon belirtmesi halinde minimal invaziv paratiroidektomi uygulandı. Her iki görüntüleme yöntemiyle lokalize edilememesi veya farklı lokalizasyonları göstermesi durumunda ise bilateral boyun eksplorasyonu operasyonu uygulandı.
BULGULAR: Preoperatif görüntüleme yöntemlerinde 112 (%77,2) hastada ultrasonografiyle, 108 (%74,5) hastada ise teknesyum-99m sestamibi ile hastalıklı paratiroidin lokalizasyonu tespit edildi. Minimal invaziv cerrahi 108 (%74,5) hastaya uygulanırken, 20 (%13,8) hastaya bilateral boyun eksplorasyonu, 16 (%11) hastaya da adenoma eksizyonu ile birlikte tiroidektomi operasyonu uygulandı. İlk altı ay takipleri sonunda 5 (%3,4) hastada hiperparatiroidi ve hiperkalsemi bulguları devam ediyordu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Primer hiperparatiroidizmin, uygun preoperatif değerlendirme ve paratiroid cerrahisinde deneyimli merkezlerde çok düşük morbidite oranıyla küratif tedavisi mümkündür.
INTRODUCTION: Although there are medical treatment options in primary hyperparathyroidism (pHPT), the only current curative option is total surgical excision of the pathological parathyroid gland or glands. The aim of our study is to present our single-center experiences in the surgical treatment of pHPT in the light of advanced pre-operative evaluations.
METHODS: Our single-center and retrospective study included 145 patients who underwent pHPT-induced parathyroid surgery in the general surgery clinic between March 2015 and April 2021. All patients were evaluated with neck US and Tc-99 sestamibi before the operation. Minimally invasive parathyroidectomy was applied if these two methods showed the same localization or if only one imaging method indicated localization. If it could not be localized by both imaging methods or showed different localizations, bilateral neck exploration operation was performed.
RESULTS: In pre-operative imaging methods, the localization of the diseased parathioride was detected by US in 112 (77.2%) patients and by Tc-99 sestamibi in 108 (74.5%) patients. Minimally invasive surgery was performed in 108 patients (74.5%), while bilateral neck exploration was performed in 20 (13.8%) patients, and thyroidectomy with adenoma excision was performed in 16 (11%) patients. At the end of the first 6 months of follow-up, hyperparathyroidism and hypercalcemia findings continued in 5 patients (3.4%).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Curative treatment of pHPT is possible with appropriate pre-operative evaluation and very low morbidity rate in centers experienced in parathyroid surgery.

8.Flexible Endoscopy Instead of Rigid Endoscopy in Volvulus Treatment: 25 Years Experiance
Levent Eminoğlu
doi: 10.14744/iksstd.2022.35762  Pages 150 - 152
GİRİŞ ve AMAÇ: Volvulus bağırsak mezenterinin kendi etrafında dönmesi ile oluşan en sık sigmoid kolonda görülen ve mekanik intestinal obstrüksiyona sebep olan patolojilerdir. Bu çalışmada, kliniğimize 25 yıl boyunca volvulus nedeniyle başvuran hastaların tedavi yaklaşımını inceledik.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Florence Nightingale Hastanesi Genel Cerrahi Kliniğine 1 Ocak 1995 ile 1 Mart 2020 tarihleri arasında başvurup volvulus tanısı ile takibe alınan hastalar incelendi. Hastalara yapılan endoskopi ve ameliyatlar not edildi. Ameliyatsız taburcu edilen hastaların yeniden başvuru şikayetleri not edildi.
BULGULAR: Elli hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların tümünde sigmoid volvulus izlendi. Tüm hastalara endoskopik detorsiyon denendi. Beş hastada başarısız olunması, üç hastada ise nekroz görülmesi nedeniyle operasyon planlandı. Kırk iki hasta taburcu edildi. Dört hasta volvulus nedeniyle yeniden başvurdu. İkisi opere edilirken ikisi yeniden endoskopik detorsiyonla taburcu edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Volvulus tedavisinde endoskopi ilk basamak tedavi olup hastaları operasyondan korumaktadır.
INTRODUCTION: Volvulus results from the torsion of intestinal mesentery around itself and is most commonly seen in the sigmoid colon culminating in mechanical intestinal obstruction. We investigated the therapeutic approach to volvulus patients in our hospital in the past 25 years.
METHODS: Patients who were admitted to general surgery department for volvulus between January 01, 1995 and March 01, 2020 were included in the study. The endoscopic and surgical therapeutic approaches were noted. The patients who were discharged without surgery were followed for readmissions.
RESULTS: Fifty patients were included in the study. All patients were admitted for volvulus. Endoscopic de torsion was tried in all patients. İn five patients, endoscopic approach was unsuccessful and in three patients, necrosis was detected, and these eight patients were operated. Forty-two patients were discharged. Four patients were readmitted for recurrent volvulus. Two of these patients were operated and two were discharged after endoscopic detorsion.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Endoscopic approach is the first step treatment of choice in volvulus patients which prevents surgery.

9.The Effect of Prolotherapy in Plantar Fasciitis Cases: Patient Expectations and Treatment Effects
Zeki Taşdemir, Deniz Gülabi
doi: 10.14744/iksstd.2022.89166  Pages 153 - 157
GİRİŞ ve AMAÇ: Plantar fasiit, kalkaneal tüberkülü çevreleyen ağrı olarak kendini gösterir. Sabah ilk yere basıldığında bir ağrı meydana gelirken, gün içinde bu ağrı plantar fasya ısınırken azalır. Plantar fasiitin tedavisinde buz, gevşeme ve antiinflamatuvar ajanlar ve egzersizler kullanılmıştır. Bu çalışmada, plantar fasiitin proloterapi tedavisinde; tedavi şeklinin ayrıntılı bir açıklamasının iyileşme üzerinde etkili olup olmadığı incelenmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma geriye dönük olarak tasarlandı. Plantar fasiit tanısı alan ve en az üç ay takip edilen yetişkinler çalışmaya dahil edildi. Tüm hastalar aynı egzersiz protokolünü takip etti ve aynı antiinflamatuvar ajanları kullandı. Hastalara konservatif tedavi sonunda bazılarına proloterapi enjeksiyonu uygulanacağı bilgisi verildi. Üç, 24 ve 48. haftalardaki kontrollerinde, ağrının şiddeti ağrı için görsel analog skalaya dayanılarak değerlendirildi.
BULGULAR: Enjeksiyonun konservatif tedavi sonrası uygulanabileceği konusunda bilgilendirilmemiş 29 hasta ile konservatif posttedavi sırasında enjeksiyon uygulanabileceği bildirilen 44 hastanın, görsel analog skalasının karşılaştırılmasının sonuçlarına göre; görsel analog skala 1 ve görsel analog skala 2 ortalamaları arasında (enjeksiyon öncesi) anlamlı bir fark olduğu tespit edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışmada proloterapi erken dönemde ağrının azalmasına neden oldu. Ek olarak tedavi öncesi proloterapi konusunda bilgilendirilen hastaların görsel analog skala skorları bilgilendirilmemiş hastalardan daha düşüktü.
INTRODUCTION: Plantar fasciitis (PF) manifests as pain surrounding the calcaneal tubercle. While a pain occurs when the ground is pressed first in the morning, this pain decreases during the day as the plantar fascia warms. Ice, relaxation, anti-inflammatory agents, and exercises have been used in the treatment of PF. This study, in the prolotherapy treatment of PF; whether a detailed description of the treatment modality had an impact on recovery was examined.
METHODS: This study has been designed retrospectively. Adults diagnosed with PF and followed for at least 3 months were included in the study. All patients followed the same exercise protocol and used the same anti-inflammatory agents. The patients were informed that at the end of conservative treatment, some of them would be given prolotherapy injection. At the controls at 3, 24, and 48 weeks, the severity of the pain was evaluated based on the Visual Analog Scale (VAS) for pain.
RESULTS: According to the results of the comparison of VAS of 29 patients who were not informed that the injection can be applied after conservative treatment and 44 patients who were reported to be injected during conservative post-treatment; a significant difference was found between the mean of VAS1 and VAS2 (before injection).
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, prolotherapy caused pain relief in the early period. In addition, patients who were informed about prolotherapy before treatment had lower VAS scores than patients who were not informed.

10.Examination of Isokinetic Knee Strength and Hamstring/Quadriceps Ratios in Individuals with Anterior Cruciate Ligament Injury: ACL Injured Knee Versus Non-Injured Knee
Lokman Kehribar, Hüseyin Sina Coşkun, Ali Kerim Yılmaz, Menderes Kabadayı, Özgür Bostancı, Coşkun Yılmaz, Serkan Sürücü, Mahmud Aydın
doi: 10.14744/iksstd.2022.34467  Pages 158 - 162
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmamızın amacı, ön çapraz bağ yaralanmalı tarafları ve karşı taraf yaralanmamış tarafları olan bireylerde izokinetik kuvvetleri ve Hamstring/Quadriceps oranlarını karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Tek taraflı akut ön çapraz bağ yaralanması mevcut olan 23 erkek hasta çalışmaya dahil edildi. Her iki dizin izokinetik kuvvetleri dinamometre yardımıyla ölçüldü. İzokinetik testler üç farklı açısal hızda (60°sn/180°sn/240°sn) 60°sn ve 180°sn için beş tekrar ve konsantrik kasılma için 240°sn için 15 tekrar ile yapıldı.
BULGULAR: Hastaların ortalama yaşı 25,18 yıl, ortalama boyu 176,81 cm ve ortalama kilosu 77,12 kg idi. Ön çapraz bağ yaralanmasından ölçümlerin yapıldığı zamana kadar geçen süre ortalama 37,47±11,11 gündü. Ön çapraz bağ yaralanması mevcut dizler ile ön çapraz bağ hasarı olmayan dizlerin izokinetik kuvvetleri incelendiğinde, 60°sn'lik açısal hızda Ex fazında anlamlı bir farklılık vardı (p=0,012, %95 GA: 5,95–41,54). Diğer açısal hızların hem Ex hem de Flx fazlarında anlamlı bir fark tespit edilmedi (p>0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ön çapraz bağ yaralanması olan diz, ön çapraz bağ yaralanması olmayan dizden daha az güç üretir. Hamstring/Quadriceps oranları da beklendiği gibi sadece 60°sn açısal hızda ön çapraz bağ hasarı olan tarafta normal aralığın dışındaydı. Yüksek açısal hızlarda hem kuvvet hem de Hamstring/Quadriceps oranlarında önemli bir fark olmaması, hareketin daha düşük açısal hızlara göre daha az kuvvetle yapıldığını ve bu durumun hamstring ve quadriceps kaslarını daha az gerdiğini göstermektedir.
INTRODUCTION: The aims of this study were to compare the isokinetic forces and Hamstring/Quadriceps (H/Q) ratios in individuals with anterior cruciate ligament (ACL) injury sides and contralateral non-injured sides.
METHODS: Twenty-three male patients with unilateral acute ACL injury were included in the study. The isokinetic extension (Ex) and flexion (Flx) forces of both knees were measured using an isokinetic dynamometer. Isokinetic tests were performed with three different angular speeds (60° s/180° s/240° s) with five repetitions for 60° s and 180° s and 15 repetitions for 240° s or concentric contraction.
RESULTS: The mean age of the patients was 25.18, the mean height was 176.81, and the mean weight was 77.12. The mean time from ACL injury to the time of measurements was 37.47±11.11 days. When the isokinetic strengths of knees with ACL injury and knees without ACL injury were examined, there was a significant difference in Ex phase at an angular velocity of 60°s (p=0.012, 95% CI: 5.95–41.54). No significant difference was detected in both Ex and Flx phases of other angular velocities (p>0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result, the knee with an ACL injury generates less force than the knee without an ACL injury. H/Q ratios were also outside the normal range on the ACL damaged side only at 60 s angular velocity, as expected. The absence of a significant difference in both strength and H/Q ratios at high angular velocities indicates that the movement is performed with less force than at lower angular velocities, and this situation strains the hamstring and quadriceps muscles less.

11.Does 1 cm Make a Difference? Evaluation of Kocher Point and Its Modifications in Terms of White Matter
Pelin Kuzucu
doi: 10.14744/iksstd.2022.80388  Pages 163 - 169
GİRİŞ ve AMAÇ: Kocher noktası beyin cerrahisi pratiğinde lateral ventrikül frontal hornuna erişmek için kullanılan en yaygın noktadır. Orta hattan yaklaşık olarak 2,5 cm lateral ve koronal sütürün en az 1 cm önüne yerleşmiştir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: PubMed veri tabanı kullanılarak “Kocher noktası”, “frontal boynuz”, “periventriküler bölge”, “üçüncü ventrikül” ve “ventriküler giriş noktası” anahtar kelimeleri ile tarama yapıldı. Yinelenen çalışmalar hariç tutuldu. Anatomik diseksiyonlar Klingler yöntemine uygun olacak şekilde adım adım diseke edildi ve her aşamada fotoğraflandı.
BULGULAR: Araştırmamızın kriterlerine uygun toplam 40 çalışma bulundu. Anatomik diseksiyonlarda Kocher noktası ve varyasyonlarında süperior longitudinal fasikül II, süperior longitudinal fasikül III, unsinat fasikül, inferior frontooksipital fasikül ve frontal aslant yolu ak madde yolları ilişkili görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Emil Theodor Kocher tarafından tanımlanan Kocher noktası günümüzde tüm dünyada lateral ventriküle yapılacak girişimlerde sıklıkla kullanılan giriş noktası olarak kullanılmaya devam etmektedir. Bu noktanın, süperior sagital sinüse, primer motor kortekse ve ak madde yollarına olan yakınlığı nedeniyle giriş alanının tespiti önem arz eder. KN’den 1-2 cm’lik küçük değişiklikler bile ak madde yollarının etkilenmesine neden olacaktır.
INTRODUCTION: Kocher point is the most common point used to access the lateral ventricle frontal horn in neurosurgical practice. Approximately 2.5 cm from the midline is located lateral and at least 1 cm in front of the coronal suture.
METHODS: “Kocher point,” “frontal horn,” “periventricular zone,” “third ventricle,” and “ventricular entry point” keywords were scanned using PubMed database. Duplicate works were excluded from the study. Anatomical dissections were dissected step by step in accordance with the Klingler method and photographed at each stage.
RESULTS: A total of 40 studies were found that met the criteria of our study. In anatomical dissections, the SLFII, SLFIII, UF, IFOF, and FAT white matter pathways were associated with KP and its variations.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The Kocher Point defined by Emil Theodor Kocher continues to be used as the entry point that is often used in lateral ventricular attempts all over the world today. Due to the proximity of this point to the superior sagittal sinus, the primary motor cortex, and the white matter pathways, the detection of the entry area is important. Even small changes of 1–2 cm from KP will cause the white matter pathways to be affected.

12.Patient Factors Affecting COVID-19 Vaccination in Pregnancy: A Survey Study
Gülseren Polat, Zeynep Aybikem Sağlam, İbrahim Polat, Burak Yücel
doi: 10.14744/iksstd.2022.31644  Pages 170 - 175
GİRİŞ ve AMAÇ: Gebe kadınlar, koronavirüs hastalığı (COVID-19) pandemisinde enfeksiyonun ciddi komplikasyonları açısından yüksek riskli bir grup olarak tanımlandı. 2 Haziran 2021 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü, aşılamanın faydalarının olası risklerden daha ağır bastığı tüm gebelere COVID-19 aşısının yapılmasını önerdi. Gebe ve emziren kadınların COVID-19 aşısını yaptırması kendilerinin ve doğacak bebeklerinin sağlığını korumaktadır. Bu çalışmada amacımız, maternal mortalite ve morbidite ile perinatal mortalite ve morbiditeyi azaltan COVID-19 aşılarına yönelik gebelerimizin düşünce ve tutumlarını araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya katılan 482 gebeye yapılan ankette, COVID-19 aşıları hakkında kimden ve nereden bilgi aldıkları, aşı olmak istememe nedenleri, diğer aşılara bakış açıları sorgulandı.
BULGULAR: Gebelerin %51,5’i aşı olmayı kabul etti. Bu oran, amaçlanan genel toplum aşılama oranına göre düşüktür. Gebelerin, kendilerinin veya ailelerinden bir kişinin COVID-19 enfeksiyonu geçirmesi veya bu enfeksiyon nedeniyle bir yakınının kaybedilmiş olması aşıyı kabul etme kararını etkilemiyordu. Aşıyı kabul eden gebeler, COVID-19 enfeksiyonunu geçirmesi halinde kendi sağlığının olumsuz etkileneceğini düşünüyordu. Bu grup gebelerin doğum sonrası bebeğine aşılarını yaptırma ve eşlerinin aşılı olma oranı yüksekti. Aşıyı kabul etmeyenlerde, COVID-19 aşısına güvenmeme oranı anlamlı olarak yüksekti. Bu grupta aynı zamanda doğum sonrası aşıyı kabul etmeme ve doğum sonrası bebeğine aşı yaptırmama oranı da yüksekti.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Aşıyı reddeden grup aşı hakkında bilgiyi çoğunlukla yakın çevrelerinden ve ailelerinden, aşıyı kabul eden grup ise bilgiyi çoğunlukla doktorlarından almıştı. Bu nedenle gebelikte aşı uygulamaları ve etkileri ile ilgili bilgilerin, güncellenmiş doğru bilgilerle donanmış sağlık çalışanları tarafından verilmesinin daha etkili olacağını düşünüyoruz. Riskli bir grup olan gebelerin bakış açısının değerlendirilmesinin ve aşı reddi ile aşı tereddütü nedenlerinin sorgulanmasının, COVID-19 enfeksiyonu ile mücadelede önemli bir adım olacağını düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Pregnant women are defined as a high-risk group in terms of severe complications of COVID-19 infection. Vaccination of them not only protects their own health but also that of their unborn child. In this study, we aim to investigate the opinion and behavior of pregnant women in regards to COVID-19 vaccines which reduce both maternal and perinatal mortality and morbidity.
METHODS: Four hundred and eighty-two pregnant women were surveyed on their source of information on COVID-19 vaccines, reasoning behind refusal of vaccination and their general opinion on vaccines.
RESULTS: About 51.50% of the participants agreed to get vaccinated during their pregnancy. Self or family history or loss of a relative from COVID-19 infection was not shown to affect the decision to be vaccinated. Those who agreed on vaccination thought that the infection would cause greater harm than the vaccine itself; vaccination of their spouses and consent to pediatric vaccination protocols after birth were also elevated. They primarily obtained information from their health-care provider. In contrary, lack of trust in vaccination was stated as a reason in the rejecting group, they both refuse vaccination even after delivery and pediatric vaccinations after birth. They seem to obtain information on vaccinations from their close relations and their family.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In our opinion, it is more effective for information about vaccination during pregnancy to be given by health-care professionals who have up-to-date information. We believe that investigating the reason behind rejection and hesitation of COVID-19 vaccine among pregnant women is a crucial step in our battle with the disease.

13.Evaluation of the Early Treatment Response with Microwave Ablation Technique Applied to Fibroadenomas of the Breast
Süleyman Sönmez, Sevinç Dağıstanlı, Nilüfer Bulut
doi: 10.14744/iksstd.2022.01488  Pages 176 - 179
GİRİŞ ve AMAÇ: İyi huylu meme lezyonları kadınlarda sık görülen hastalıklardan olup, son yıllarda bu lezyonların tedavisinde minimal invaziv yöntemlerin popülerliği artmıştır. Bu çalışmanın amacı, fibroadenomlar için potansiyel bir terapötik seçenek olarak mikrodalga ablasyon tekniğinin güvenliğini ve etkinliğini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mikrodalga ablasyon tedavisi uygulanan 20 fibroadenom tanılı hastanın işlem öncesi ve işlem sonrası manyetik rezonans görüntüleri değerlendirildi. Ablasyon tedavisi sonrası manyetik rezonans görüntüleme ile altıncı ayında takibi yapıldı.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 27,6 (15–50) yıldı. Fibroadenomların ortalama büyüklüğü 20,2 (9–35) mm aralığında ölçüldü. Tüm hastalarda teknik başarı sağlandı. İşlem sonrası tamamında santral kontrastlanma kayboldu (%100). Ayrıca tümör hacminde yaklaşık %79,6 regresyon elde edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Fibroadenomların tedavisinde mikrodalga ablasyon etkili bir yöntemdir. Manyetik rezonans görüntüleme ile tedavi etkinliği erken periyotta güvenilir olarak ölçülebilir.
INTRODUCTION: Benign breast lesions are one of the most common diseases detected in women and the popularity of minimally invasive methods has increased in recent years for the treatment of these lesions. The purpose of the present study was to evaluate the safety and efficacy of the microwave ablation (MWA) technique as a potential therapeutic option for fibroadenomas.
METHODS: Pre- and post-procedure magnetic resonance images of a total of 20 patients, who were diagnosed with fibroadenomas, who underwent MWA ther-apy, were evaluated. Follow-up was performed with MR imaging for 6 months after the ablation treatment.
RESULTS: The mean age of the patients was found to be 27.6 (15–50) years. The mean size of fibroadenomas was measured within the range of 20.2 (9–35) mm. Technical success was achieved in all patients. After the procedure, central enhancement disappeared (100%). Furthermore, approximately 79.6% regression was obtained in tumor volume.
DISCUSSION AND CONCLUSION: MWA technique is an effective in the treatment of fibroadenomas. Treatment efficacy can be measured in the early period with MR imaging reliably.

14.Is the Season of Diagnosis Changing in Children with Type 1 Diabetes Mellitus?
Hasan Önal, Seda Yılmaz Semerci, Hanım Şeyma Topuz, Servet Erdal Adal
doi: 10.14744/iksstd.2022.60024  Pages 180 - 185
GİRİŞ ve AMAÇ: Küresel ısınma ile birlikte Türkiye’de mevsimlerin yarı kurak ve tropik iklim özelliklerine doğru evrildiği, son yıllarda sonbahar ve ilkbahar hava koşul-larının yarısının kışa, yarısının da yaza benzer seyrettiği düşünülmektedir. Bu çalışmada, tip 1 diabetes mellitus klinik tanı zamanında mevsim değişikliğinin ve bu duruma hava koşullarının olası etkisinin incelenmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya İstanbul’daki çocuk endokrinoloji kliniğimizde 2014 ile 2019 yılları arasında yeni tanı almış 18 yaş altı tip 1 diabetes mellitus hastaları dahil edildi. Her hasta için klinik belirti başlangıç tarihi ve diyabet tanı mevsimi ile demografik veriler kaydedildi. Worldwheatheronline.com web sitesi kullanılarak İstanbul ilinin son beş yılındaki tip 1 diabetes mellitus tanı ayına ait aylık ortalama yağışlı gün, bulutlu gün, güneşli gün sayısı, sıcaklık ve ultraviyole indeks ortalaması saptandı. Hastaların tanı yaşı ile tanı mevsimi ve hava koşulları arasındaki ilişki istatistiksel olarak değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 659 yeni tanı almış tip 1 diabetes mellitus hastası alındı. Çalışmaya alınan hastaların %50,4’ü kız (n=332), %49,6’sı (n=327) erkek idi. Mevsimlere göre yeni tanı konulan hasta sayısı sırasıyla kışın %29,1 (n=192), ilkbaharda %22,8 (n=150), yazın %17,6 (n=116) ve sonbaharda %30,5 (n=201) idi. Çalışma süresince tip 1 diabetes mellitus klinik başlangıcının kış ve sonbahar aylarında yüksek ilkbahar ve yaz aylarında düşük olduğu görülmekle beraber istatistiksel anlamı olacak şekilde 2016 yılı ve sonrasında sonbahar mevsimindeki diyabet başlangıç ağırlığının bir kısmının ilkbahar mevsimine kaymış olduğu izlendi. Ancak mevsimsel bu kayma üzerinde tanı ayına ait yağışlı gün, bulutlu gün, güneşli gün, sıcaklık ve ultraviyole indeks ortalamasının anlamlı bir etkisi saptanmadı. Tanı sırasında dört yaşın altında olan 132 hasta çalışma verilerinden çıkarılarak yapılan istatistiksel değerlendirmede sonuçların değişmediği görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız ile sonbahar mevsimindeki diyabet başlangıç ağırlığının bir kısmının ilkbahar mevsimine kaymış olduğu tespit edilmiş olup bu mevsimsel kaymaya hava koşullarının etkisinin olmadığı görüldü. T1DM tanısında mevsimsel özelliklerin etkisini daha iyi değerlendirebilmek için daha çok sayıda hasta içeren geniş kapsamlı çalışmalara gereksinim duyulmaktadır.
INTRODUCTION: By the effect of global warming, climate model of Turkey is suggested to evolve through semi-arid seasons and to the tropical climate. This study aimed to determine the seasonability for clinical onset of Type 1 diabetes mellitus (T1DM).
METHODS: T1DM patients newly diagnosed between 2014 and 2019 in our pediatric endocrinology department located in Istanbul were included in this study. Clinical onset date and age of diagnosis of diabetes were recorded for each patient. Using the worldwheatheronline.com website, regional average rainy days, cloudy days, sunny days, temperature, and ultraviolet index (UVI) were calculated per month for the past 6 years.
RESULTS: A total of 659 patients with the new onset T1DM included in this study. A number of new diagnosed patients were 29.1% (192) in winter, 22.8% (150) in spring, 17.6% (116) in summer, and 30.5% (201) in autumn, respectively. No significant effect of the rainy day, cloudy day, sunny day, temperature, and UVI average of the month of diagnosis could be detected on this seasonal shift. Similar results were obtained when 132 patients whose under 4 years of age at the time of diagnosis were excluded from the study data.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Although weather conditions seemed to have no considerable effect on this seasonal shift, the T1DM onset in the autumn season was seen to be shifted to the spring season, partially. Further studies including large number of participants are needed for a better understanding of the seasonality of T1DM worldwide.

15.The Role of Imaging Methods and Laboratory Parameters in the Prediction of Malignancy Potential for Adnexal Masses
Edis Kahraman, Pınar Kadiroğulları, Emine Karabük, Tolga Karacan, Şefik Eser Özyürek
doi: 10.14744/iksstd.2021.36693  Pages 186 - 194
GİRİŞ ve AMAÇ: Çalışmada, adneksiyel kitle tanısı ile opere edilen ve intraoperatif frozen inceleme uygulanan olgularda klinik özellikler, görüntüleme yöntemleri (manyetik rezonans/ultrasonografi) ve laboratuvar parametrelerinin malignite potansiyelini preoperatif öngörme gücünün değerlendirilmesi amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Adneksiyel kitle ön tanısı ile intraoperatif frozen inceleme yapılan olgularda klinik özellik, ultrasonografi, manyetik rezonans ve tümör belirteç parametre-leri incelendi. Olgular postoperatif histopatolojik inceleme sonuçlarına göre benign (n=169) ve malign (n=55) over tümörü olarak iki gruba ayrıldı. İki grup arasında anlamlı farklılık gösteren parametrelerin lojistik regresyon analizi yapılarak preoperatif malignite potansiyelini öngörmede yüksek güce sahip faktörler araştırıldı.
BULGULAR: İki grup (benign ve malign histopatoloji) arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık gösteren faktörler; yaş, hastanın semptomları, ultrasonog-rafide assit ve solid alan varlığı, manyetik rezonans görüntülemede; kitlenin kontrast tutulumu, solid alan varlığı, assit varlığı, CA-125, CA 19–9, CA 15–3 ve alfa-fetoprotein düzeyleri değişkenleri anlamlı olarak saptandı (p<0,05). Bu faktörlerin multivaryant lojistik regresyon analizi sonucunda manyetik rezonans görüntülemede kitlenin kontrast tutulumu solid alan varlığı, CA-125 yüksekliği etkili faktörler olarak belirlendi (p<0,05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Preoperatif klinik, ultrasonografi ve tümör markerları ile adneksiyel kitlelerde benign-malign ayrımının preoperatif yapılmasının amaçlandığı olgularda manyetik rezonans görüntülemenin de yapılmasının ek kazanımları vardır. Çalışmamızda elde edilen sonuçlara göre, en etkili prognostik faktör olarak belirlenen peroperatif frozen kesit incelemesinin yanı sıra preoperatif değerlendirmede; CA-125, manyetik rezonans görüntülemede solid alanların varlığı ve/veya kontrast tutulumu gözlenmesi malignite potansiyelini belirlemede bağımsız ve etkin preoperatif faktörlerdir. Bu preoperatif bulguların hastada over kanserini tahmin etme ve hastayı jinekolojik onkolojik cerrahiye refere etme konusunda kritik ve bilhassa belirleyici kriterler olduğu gözlendi.
INTRODUCTION: The aim of the study was to evaluate the ability of clinical features, ultrasonography (USG), magnetic resonance imaging (MRI), and tumor markers to predict malignity potential in the pre-operative period for adnexal mass cases investigated by intra-operative frozen section.
METHODS: The clinical features, USG, MRI, and tumor markers of the adnexal mass cases investigated by intra-operative frozen section were evaluated as poten-tial predictive parameters. The patients were divided into two groups as benign (n=160) and malignant (n=55) according to the post-operative histopathologic findings. Logistic regression analysis was performed for parameters that gave significant differences between the two groups to find the high yield ones (independent variables) for pre-operative malignity potential prediction.
RESULTS: The parameters that showed significant difference between the two groups were age and chief complaints as clinical features, presence of ascites in USG and/or MRI, solid areas in USG and/or MRI, contrast-enhancement in MRI as radiologic findings, malignancy suspect in the imaging, CA125, CA19–9, CA153, and AFP levels as tumor markers (p<0.05). The multivariant logistic analysis, contrast-enhancement in MRI (p=0.033), presence of solid areas in MRI (p=0.0001), and high CA125 levels (p=0.012) were found as independently effective parameters.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The addition of MRI to pre-operative evaluation with clinical features, USG and tumor markers provides benefits for patients if pre-operative distinction of benign versus malignant is aimed. This study shows that the contrast-enhancement and/or solid areas in of MRI and high CA125 are effective and independent pre-operative factors in predicting the malignity potential. It has been observed that these pre-operative findings are critical and especially decisive criteria for predicting the possible ovarian cancer in the patient and referring the patient to gynecological oncological surgery.

16.The Effect of Pelvicalyceal Anatomy on the Success of Retrograde Intrarenal Surgery in the Treatment of Lower Pole Calyceal Stones
Süleyman Hilmi Aksoy, Basri Çakıroğlu, Tuncay Taş, Orhun Sinanoğlu
doi: 10.14744/iksstd.2022.25593  Pages 195 - 201
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmanın amacı, alt pol taşlarını tedavi etmek için yapılan retrograd intrarenal cerrahinin başarısına pelvikalisiyel anatominin etkilerini değerlendirmektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Alt kaliks taşı olan toplam 164 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların sosyodemografik özelliklerinin yanı sıra taşların boyutu (çap) ve yoğunluğu, üst üreter çapı, infundibular genişlik, infundibular uzunluk ve infundibular yükseklik, bilgisayarlı tomografide ölçülen infundibular pelvik açı kaydedildi. Başarılı tedavi, takipte rezidüel fragmanların olmaması veya < 4 mm fragman olması şeklinde tanımlandı.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalaması 43,36±12,21 yıldır. Erkek/kadın oranı 40/124’tür. Ortalama taş boyutu 13,12 mm olarak ölçüldü. Ortalama üst üreter çapı 5,58±2,45 (min-maks: 2–19) mm, infundibular genişlik 6,77±2,55 (min-maks: 3–18) mm, infundibular uzunluk 20,33±4,24 (min-maks: 8–35) mm, infundibular yükseklik 17,99±5,22 (min-maks: 9–40) mm ve infundibular pelvik açı 46,99±12,10 (min-maks: 25–96) derece olarak ölçüldü. Taşsızlık oranı taş yokluğu veya <4 mm fragman varlığı olarak tanımlandı ve %83,54 olarak bulundu. Tedavi başarısını ve taşsızlık oranını etkileyen en önemli faktörlerin, taşın boyutu ve yoğunluğu ile infundibular pelvik açı olduğu bulundu.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pelvikalisiyel anatomiyi ölçmek için standart bir yöntem yoktur, bu da çalışmalar arasındaki bulguların karşılaştırılmasını zorlaştırmaktadır. Başarı oranını etkileyen en önemli pelvikalisiyel anatomi faktörleri literatürle uyumlu olarak taş boyutu ve yoğunluğu ile infundibular pelvik açıdır.
INTRODUCTION: The aim of the study was to evaluate the effects of pelvicalyceal anatomy on the success of RIRS performed to treat lower pole stones.
METHODS: A total of 164 patients with lower calyceal stones were analyzed retrospectively. Besides demographic characteristics of the patients; size (diameter) and density (HU) of the stones, upper ureter diameter, infundibular width (IW), length (IL) and height (IH), and infundibular pelvic angle (IPA) measured in CT scans were recorded. Successful treatment was defined as absence of residual fragments or a fragment <4 mm measured at the follow-up.
RESULTS: The mean age of the patients was 43.36±12.21. Male/female ratio was 40/124. The mean stone size was measured as 13.12 mm. The overall mean upper ureteral diameter was measured as 5.58±2.45 (min–max: 2–19) mm, IW as 6.77±2.55 (min–max: 3–18) mm, IL as 20.33±4.24 (min–max: 8–35) mm, IH as 17.99±5.22 (min–max: 9–40) mm, and IPA as 46.99±12.10 (min–max: 25–96) degrees. Stone free rate was defined as absence of stones or presence of fragments <4 mm and was found as 83.54%. The most important factors affecting treatment success and stone-free rate were found as the stone size and density and IPA.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There is no standardized method of measuring the pelvicalyceal anatomy, making comparison of the findings between the studies difficult. Consistently with the literature, the most important pelvicalyceal anatomy factors affecting success rate included stone size and density and IPA.

17.Transanal Endoscopic Surgery in Rectal Tumors: A Single-Center Experience
Safa Vatansever, Osman Bozbıyık
doi: 10.14744/iksstd.2022.45722  Pages 202 - 206
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışmada, transanal endoskopik operasyon platformunun uygunluğunu, güvenliğini, onkolojik sonuçlarını araştırmayı ve klinik deneyimimizi paylaşmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde 2014–2020 yılları arasında transanal endoskopik cerrahi ile opere edilen hastalar dahil edildi. Hastalara ait veriler retrospektif olarak elde edildi. Ameliyatlar transanal endoskopik operasyon platformu (TEO®; Karl Storz, Tuttlingen, Almanya) kullanılarak gerçekleştirildi.
BULGULAR: Çalışmaya 39 hasta dahil edildi. Hastaların 12’si (%31) kadındı. Ortanca yaş 63 yıl (yaş aralığı 17-88 yıl) idi. Tümörün anal girimden ortanca uzaklığı 8 cm (4–15 cm) idi. Ortanca tümör çapı 39 mm (4-90 mm) idi. Histopatolojik inceleme sonucunda 23 (%59) hastada malignite saptandı (pTis: 14 [%36], pT1: 9 [%23]). Bir (%3) hastada komplikasyon görüldü. Ortanca takip süresi 38 ay (10-88 ay) idi. İki (%5) hastada nüks görüldü.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Transanal endoskopik cerrahi, düşük bir morbidite oranı ile geleneksel bir yaklaşımla eksize edilemeyen rektal lezyonların eksize edilebilmesini sağlar. Ayrıca patolojisi tam ortaya konulamamış lezyonların kesin histopatolojik tanısı için de kullanılabilir. Erken evre malign rektum tümörlerinin uygun cerrahi sınır ile çıkarılması için güvenle kullanılabilir.
INTRODUCTION: In this study, we aimed to investigate the feasibility, safety, and oncological results of the TEO platform and report our clinical experience.
METHODS: Patients who were operated with transanal endoscopic surgery at Ege University Hospital between 2014 and 2020 were included in the study. The data of the patients were obtained retrospectively. The surgeries were performed using the transanal endoscopic operating platform (TEO®; Karl Storz, Tuttlingen, Germany).
RESULTS: A total of 39 patients were included in this study. Twelve (31%) of the patients were female. The median age was 63 (range, 17–88) years. The median distance of the tumor from the anal verge was 8 (4–15) cm. The median tumor diameter was 39 (4–90) mm. Histopathological examination revealed malignancy in 23 (59%) patients (pTis: 14 [36%], pT1: 9 [23%]). Complication was seen in one (3%) patient. The median follow-up period was 38 (10–88) months. Two (5%) recurrences took place.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Transanal endoscopic surgery allows the excision of rectal lesions that cannot be excised with a conventional approach, with a low morbidity rate. It can also be used for definitive histopathological diagnosis of lesions whose pathology has not been fully revealed, and for the removal of the early stage malignant rectal tumors with appropriate surgical margins.