E-ISSN: 2822-6771
Volume : 15 Issue : 1 Year : 2023
Quick Search



COMPREHENSIVE MEDICINE - : 15 (1)
Volume: 15  Issue: 1 - 2023
OTHER
1.Front Matter

Pages I - III

2.Editorial
Mustafa Kadıhasanoğlu
Page IV

RESEARCH ARTICLE
3.Newborns Hospitalized in Pediatric Cardiac Intensive Care Unit Due to Supraventricular Tachyarrhythmia: A Single-Center Experience
Dilek Yavuzcan Öztürk, Gülhan Tunca Şahin
doi: 10.14744/cm.2022.90217  Pages 1 - 5
GİRİŞ ve AMAÇ: Taşiaritmiler yenidoğanlarda sık görülen aritmilerdir. Bu çalışmada kardiyak merkezimizde supraventriküler taşiaritmi nedeniyle yatırılan yenidoğan olgularımızın değerlendirilmesi amaçlandı.


YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışma 1 Ağustos 2020-1 Ağustos 2022 tarihleri arasında, supraventriküler taşiaritmi nedeniyle pediyatrik kardiyak yoğun bakımda izlenen yenidoğanlarda gerçekleştirildi. Olguların demografik özellikleri, taşiaritminin tipi ve lokalizasyonu, ekokardiyografik bulgular ve uygulanan medikal ve/veya ablasyon tedavileri değerlendirildi.
BULGULAR: Çalışma döneminde 22 olgu mevcuttu. Olguların %50 ‘si erkekti. Tanı anında median yaş 21 gün (IQR 15 gün -27 gün) ve median ağırlık 3.6 kg (IQR 3.2-4) idi. En yaygın semptomlar % 50 olguda huzursuzluk(n=11) ve %30 olguda (n=7) hızlı nefes alıp verme idi. Altı olguda rutin muayene sırasında ve iki olguda fetal ekokardiyografi sırasında taşiaritmi saptanmıştı.Başlangıçta dört olguda ekokardiyografide sol ventrikül disfonksiyonu mevcuttu.Dört olguda konjenital kalp hastalığı ve iki olguda kardiyak tümör saptandı.Aritmi mekanizmaları Atrioventriküler reentery taşikardi(n=10, 4’ü Wolff-Parkinson-White, Permanent Junctional Reciprocating Tachycardia(n=2), Fokal atriyal taşikardi (n=6), atriyal flutter (n=4) ve Konjenital Junctional ektopik taşikardi(n=1) idi. Bir olguya medikal tedaviye direnç ve sol ventrikül disfonksiyonu nedeniyle Radyofrekans kateter ablasyonu uygulandı.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Supraventriküler taşiaritmi yenidoğanlarda aritmilerin önde gelen nedenlerindendir ve çoğunluğu aksesuar yol kaynaklıdır. Yenidoğan olguların konjenital kalp hastalığı ve kardiyak rabdomyom açısından araştırılması ve bu durumların saptanması halinde proflaktik medikal tedavisinde çoklu ilaç başlanması düşünülmelidir.
INTRODUCTION: Tachyarrhythmias are frequently observed arrhythmias in newborns. This study aimed to evaluate infants hospitalized due to supraventricular tachyarrhythmia (SVT) in our cardiac center.
METHODS: The study was conducted between August 01, 2020, and August 01, 2022, in neonates hospitalized in the pediatric cardiac intensive
care unit due to SVT. General characteristics, echocardiographic findings, type and localization of tachyarrhythmia, and medical treatments were evaluated.
RESULTS: There were 22 cases during the study period. About 50% of the cases were male. The median age was 21 days (interquartile range [IQR] 15–27), and the median weight was 3.6 kg (IQR 3.2–4) at the time of diagnosis. The most common symptoms were restlessness in 50% (n = 11) and rapid breathing in 30% (n = 7). Tachyarrhythmia was detected during a routine examination in six cases and during fetal echocardiography in two cases. Left ventricular dysfunction was present on echocardiography in four patients initially. Congenital heart disease (CHD) was detected in four patients and cardiac tumor in two patients. Arrhythmia mechanisms were atrioventricular reentry tachycardia (n = 10), four of them were Wolff-Parkinson-White syndrome, and two of them were permanent junctional reciprocating tachycardia, focal atrial tachycardia (n = 6), atrial flutter (n = 4), and congenital junctional ectopic tachycardia (n = 1). Radiofrequency
catheter ablation was performed in one patient due to resistance to medical treatment and left ventricular dysfunction.
DISCUSSION AND CONCLUSION: SVTs are the leading cause of arrhythmias in newborns and the majority of them originate from the accessory pathway. Neonatal patients
should be investigated for CHD and cardiac rhabdomyoma and if these conditions are detected, multiagent treatment should be considered in prophylactic medical therapy.

4.Retrospective Evaluation of Covid-19 Patients Treated with Extracorporeal Membrane Oxygenation and Cannulation Types Applied
Nurdan Yılmaz, Yahya Yıldız
doi: 10.14744/cm.2022.85579  Pages 6 - 10
GİRİŞ ve AMAÇ: Yeni koronavirüs hastalığı 2019 (COVID-19) ile ilişkili pnömoni, endotrakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon gerektiren derin hipoksemi ile solunum yetmezliğine yol açabilir. Optimal konvansiyonel mekanik ventilasyona yanıt vermeyen hastalar, uygun kaynaklara (ekipman ve personel) sahip kurumlarda ekstrakorporeal membran oksijenasyonu (ECMO) için aday olabilir. Çalışmamızda kanülasyon tiplerinin mortalite üzerine etkilerini karşılaştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Nisan 2020-Mayıs 2021 tarihleri arasında yoğun bakım ünitesinde COVID-19 tanısı ile takip edilen ve ECMO desteği alan hastalar tarandı. Hastaların demografik verileri, ECMO'ya başlama zamanı, ECMO tipi, takılan kanül tipi, entübasyon süresi, yoğun bakım ünitesi ve hastanede kalış süreleri, P/F seviyeleri Hastane Bilgi Yönetim Sistemi'nden toplandı ve retrospektif olarak analiz edildi.
BULGULAR: ECMO yapılan ARDS'li hastaların 4'ü kadın, 24'ü erkekti. Hemodinamik parametreler karşılaştırıldığında gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmadı. Tüm hastaların yüksek dozda inotropik ajanlara ihtiyacı vardı. ECMO yapılan 28 Covid-19 hastasından 25'i (%89,3) kaybedildi. Sekiz hasta ECMO'dan ayrıldı, ancak ECMO'dan ayrılan hastalardan sadece 3'ü taburcu edildi. Entübasyondan sonra ECMO başlangıcı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı (p=0,62). Hastalara uygulanan ortalama ECMO süresi 10.6±9.6 gün olarak belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: ECMO bir kurtarma tedavisidir, kritik hastalarda ECMO'yu başlatma, sürdürme ve sonlandırma konusunda eğitim ve uzmanlığa sahip çok disiplinli deneyimli uzmanlardan oluşan bir ekibin katılımını gerektirir.
INTRODUCTION: Pneumonia associated with the novel coronavirus disease 2019 (COVID-19) can lead to respiratory failure with deep hypoxemia requiring endotracheal intubation and mechanical ventilation. Patients who do not respond to optimal conventional mechanical ventilation may be candidates for administration by extracorporeal membrane oxygenation (ECMO) in institutions with appropriate resources (equipment and personnel). This study aimed to compare the effects of cannulation types on mortality.
METHODS: Patients followed up at the intensive care unit between April 2020 and May 2021 with the diagnosis of COVID-19 and who received
ECMO support were screened. Demographic data of the patients, initiation of ECMO, ECMO type, type of inserted cannula, duration of intubation, intensive care unit and hospital stays, P/F levels were collected from the Hospital Information Management System and retrospectively analyzed.
RESULTS: Among the patients with ARDS who underwent ECMO, 4 were females and 24 were males. When hemodynamic parameters were compared, no statistically significant difference was found between the groups. All patients needed high doses of inotropic agents. Of the 28 Covid-19 patients who underwent ECMO, 25 (89.3%) died. Eight patients left ECMO, but only 3 of the patients who left ECMO were discharged. No statistically significant difference was found in terms of the onset of ECMO after intubation (p=0.62). Mean ECMO time applied to the patients was determined as 10.6±9.6 days.
DISCUSSION AND CONCLUSION: ECMO is a rescue treatment requiring the participation of a multidisciplinary team of experienced medical professionals with training and expertise in initiating, maintaining and discontinuing ECMO in critical patients.

5.Alterations in Biochemical Profiles of Patients with Severe COVID-19 Pneumonia: Analysis of Repeated Laboratory Tests
Türker Demirtakan, Fatih Çakmak, Esra Meten, Abdülbari Bener, Serkan Doğan
doi: 10.14744/cm.2022.78557  Pages 11 - 19
GİRİŞ ve AMAÇ: Bu çalışma, ağır koronavirüs hastalığı-19 (COVID-19) pnömonisi olan hastaların biyokimyasal profilindeki değişiklikleri göstermek ve mortalite risk faktörlerini belirlemek amacıyla başlatılmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışma, gözlemsel ve retrospektif bir kohort araştırması olarak tasarlanmıştır. Demografik ve klinik veriler geriye dönük olarak hasta dosyalarından ve elektronik sağlık kayıtlarından elde edildi. İlk olarak hastaların ilk geliş anındaki tam kan sayımı, inflamatuar belirteçler, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri ve pıhtılaşma profilleri kaydedildi. Daha sonra makrofaj aktivasyon sendromu (MAS) ortaya çıktığında veya yatış süresinin ortanca gününde ikinci kez laboratuvar ölçümleri kaydedildi. Üçüncü ve son değerler taburculuk veya exitus anında kaydedildi. Sürekli bağımlı değişkenleri analiz etmek için tekrarlanan ölçümler için iki yönlü ANOVA kullanıldı. Hastane içi mortalite risk faktörlerini belirlemek için ikili (binary) lojistik regresyon analizi yapıldı.
BULGULAR: Ağır COVID-19 pnömonisi olan 252 yetişkin hasta alındı. Hastaların %15,8'i hastanede yatışı sırasında ex oldu. Ölüm oranı 65 yaş üstü için %57,5 idi. Hastaların %61.9'unun en az bir eşlik eden hastalığı vardı. Çalışmamızda ölen ve sağ kalan hastalar arasında hemoglobin, lökosit, lenfosit, trombosit, C-reaktif protein, prokalsitonin, d-dimer, aspartat aminotransferaz, alanin aminotransferaz, laktat dehidrojenaz, kreatinin ve ferritinin hem gruplar arasında hem de zaman içinde önemli ölçüde değiştiğini ortaya koyduk.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamız, ölen COVID-19 hastalarında kan hücresi sayımları, pıhtılaşma profilleri, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri ve inflamatuar belirteçlerin giderek kötüleştiğin gösterdi. Nefes darlığı, konjestif kalp yetmezliği, koroner arter hastalığı, demans, kronik böbrek hastalığı öyküsü olanlar, Charlson Komorbidite İndeks skoru yüksek olan hastalar, invaziv mekanik ventilatöre bağlı olan, akut solunumsal distres sendromu (ARDS) varlığı ve yoğun bakım ünitesi ihtiyacı olan hastalarda mortalite önemli düzeyde yüksek görüldü.
INTRODUCTION: This study was initiated to show the changes in the biochemical profile and identify the mortality risk factors of patients with severe coronavirus disease-19 (COVID-19) pneumonia.
METHODS: This study was designed as non-interventional and cohort research. Demographic and clinical data were retrospectively obtained
from paper-based documents and electronic health records. Complete blood counts, inflammatory markers, liver, and kidney function tests, and coagulation profiles were recorded 3 times. Two-way ANOVA for repeated measures was used to analyze for continuous dependent variables. Binary logistic regression analysis was performed to determine in-hospital mortality risk factors.
RESULTS: Two hundred and fifty-two adult patients with severe COVID-19 pneumonia enrolled in our study – 15.8% of patients died during hospitalization. The mortality rate was 57.5% for those over 65 years of age. 61.9% of patients had at least one coexisting disease. We revealed hemoglobin, leukocyte, lymphocyte, platelet, C-reactive protein, procalcitonin, d-dimer, aspartate aminotransferase, and alanine aminotransferase, lactate dehydrogenase, creatinine, and ferritin were significantly changing within the time and also between survivors and non-survivors.
DISCUSSION AND CONCLUSION: The study showed that blood cell counts, coagulation profiles, liver and kidney function tests, and inflammatory markers deteriorated in non-survivor COVID-19 patients. Patients with shortness of breath, history of congestive heart failure, coronary artery disease, dementia, chronic renal disease, higher Charlson comorbidity index score, the need for invasive mechanic ventilation, presence of acute respiratory distress syndrome, and intensive care unit admission are more vulnerable to death.

6.Pandemic Medical Early Warning Score Value to Predict Patient Triage and Mortality During the COVID-19 Pandemic Period
Dilay Satılmış, Egemen Yıldız, Erdem Çevik
doi: 10.14744/cm.2022.94103  Pages 20 - 26
GİRİŞ ve AMAÇ: Pandemi ve epidemiler yıllar boyunca toplum sağlığını önemli ölçüde etkiledi ve bize günümüzde prognozu erken dönemde değerlendirmenin önemini ortaya koydu. COVID-19 pandemisinde de birincil bakıda benzer klinik özellikteki hasta triyajında klinik skorlamaların gerekliliği öne çıkarmıştır.Bizim de bu çalışmada amacımız COVID-19 pandemisinde, klinik bir skorlama olan Pandemic Medical Early Warning Skorunun (PMEWS) hastaların birincil bakıda triajında ve 30 günlük mortalite riskini ayırt etmede etkinliğini araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Mart.2020 ile Temmuz 2020 tarihleri arasında acil servisimizde onaylanmış COVID-19 hastalarının verileri geriye dönük olarak incelendi. ROC eğrisi altındaki alan (AUC) analizi, PMEWS skorunun 30 günlük mortaliteyi tahmin etmedeki ayrım gücünü değerlendirmek için kullanıldı.
BULGULAR: Çalışmaya 458 hasta dahil edildi. Hastaların yaş ortancası 54.5 yaş (ÇAA 32.25 yaş) idi. Hastaların 227'sinde (%49.6) en az bir komorbid hastalık mevcuttu ve komorbid hastalığı olanlarda ölüm oranı, sağlıkla taburcu olanlara göre daha yüksek idi (p<0.05). ROC analizine göre, 30 günlük mortaliteyi öngörmede PMEWS skorunun cutt-of değeri 4 idi (duyarlılık 93.33, özgüllük 82.62). PMEWS'in 30 günlük mortalite tahmininde AUC'si 0.931 idi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pandemide, acil servise başvuruların arttığı dönemlerde hastalığa özgü olmayan, fizyolojik-sosyal bir puanlama sistemi olan PMEWS, muayene öncesi hasta triyajında ve mortaliteyi tahmin etmede potansiyel faydalı bir triyaj aracı olarak kullanılabilir ve pandemide hasta triyajında skorlamaların etkinliğini belirlemek üzere daha ayrıntılı çalışmalara da ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Pandemics and epidemics have significantly affected public health over the years and have shown us the importance of evaluating the prognosis at the early stage. In the coronavirus disease-19 (COVID-19) pandemic, the necessity of clinical scoring in the triage of patients with similar clinical characteristics in the primary care was highlighted. This study aims to investigate the effectiveness of the Pandemic Medical Early Warning Score (PMEWS), which is a clinical score, in the primary care triage of patients and in distinguishing the risk of 30-day mortality in the COVID-19 pandemic.
METHODS: Data from confirmed COVID-19 patients in the emergency department (ED) were analyzed retrospectively between March 2020, and
July 2020. The area under the curve (AUC) was used to evaluate the discriminatory power of the PMEWS in predicting all-cause 30-day mortality.
RESULTS: Four hundred and fifty-eight patients were included in this study. The median age of the patients was 54.5 years (IQR 32.25 years). There was at least one coexisting disease in 227 (49.6%) of the patients, and it was significantly higher in non-survivor patients compared to survivors (p<0.05). ROC analysis of the PMEWS showed the optimal cutoffs for the 30-day mortality to be 4 (sensitivity 93.33, specificity 82.62). The AUC of the PMEWS for predicting all-cause 30-day mortality was 0.931.
DISCUSSION AND CONCLUSION: PMEWS is a non-disease-specific and physiological-social score at times of high ED admissions in a pandemic and can be a potentially useful triage tool for pre-examination patient triage and for estimating mortality during pandemic periods. More detailed studies are needed to determine the effectiveness of scorings in pandemics.

7.Risk Factor Mapping Associated with Breast Cancer: A National-Based Study
Burak Mehmet İlhan, Süleyman Bademler, Rian Dişçi, Hasan Karanlık
doi: 10.14744/cm.2022.47855  Pages 27 - 34
GİRİŞ ve AMAÇ: Yıllar içinde meme kanseri (MK) ile birçok risk faktörü ilişkilendirilmiştir. Çalışmamızın amacı, MK ile ilgili olası risk faktörlerini öngörmek ve ulusal ve küresel tarama programlarına katkıda bulunmaktı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Ocak 2009-Aralık 2015 tarihleri arasında XXX Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Cerrahi Anabilim Dalı'nda muayene edilen kadınlar arasında vaka kontrol çalışması oluşturuldu. Hastalar 1006 MK tanılı ve 3439 MK'i olmayan kadın olmak üzere 2 gruba ayrıldı. Hastaların demografik özellikleri, klinik özellikleri ve MK ile ilişkilendirilebilecek olası faktörler sorgulanarak bir veri tabanı oluşturuldu.
BULGULAR: Araştırmanın sonuçlarına göre yüksek eğitim düzeyi ve postmenopozal olma MK ile yakından ilişkili bulunmuştur (p<0,0001). Ayrıca sigara içme öyküsü olması (OR 2.3; %95 CI: 1.2-4.7, p=0.02), MK tanısı olan birinci derece akraba olması (OR 2.4; %95 CI: 1.1-5.3, p=0.03); 50 yaşın altında MK'li bir aile üyesine sahip olmak (OR 3.1; %95 GA 1.9-8.1, p=0.005), vücut kitle indeksi yüksek hasta (VKİ) (OR 1.2; %95 GA: 1.1- 1.3, p=0.001) doğum yapmama (OR 2.1; %95 GA: 1.2-4.6, p=0.01) ve menopoz sonrası hormon replasman tedavisi kullanma (OR 2.88; %95 GA: 0.02-2.4, p=0.049) MK ile ilişkili önemli risk faktörleri olarak belirlendi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Bu çalışma, MK ile ilişkili ulusal temelli önemli risk faktörlerini belirlemiştir. Bu çalışmanın ulusal ve ayrıca dünya çapındaki risk modellerini ve tarama programlarını destekleyecek önemli özetlerden biri olduğunu kesinlikle tahmin edebiliriz.
INTRODUCTION: Many risk factors have been associated with breast cancer (BC) in years. The objective of our study was to predict possible risk factors related to BC and to contribute national and global screening programs.
METHODS: A case–control study was created among women who were examined at the department of Surgery, Oncology Institute, Istanbul University, between January 2009 and December 2015. The patients were divided into two groups as 1006 women with BC diagnosis and and 3439 women witout BC. A database was formed by questioning demographics, clinical characteristics of patients, and the possible factors that could be associated with BC were analyzed.
RESULTS: According to the results of the study, high education level and being postmenopausal were found to be closely related to BC (p<0.0001). In addition, as having history of smoking (Odds Ratio [OR] 2.3; 95% confidence interval [CI]: 1.2–4.7, p=0.02), as having first-degree relative with BC (OR 2.4; 95% CI: 1.1–5.3, p=0.03), as having a member in family with BC under the age of 50 (OR 3.1; 95% CI 1.9–8.1, p=0.005), as being high body mass indexed-patient (OR 1.2; 95% CI: 1.1–1.3, p=0.001), such as not giving birth (OR 2.1; 95% CI: 1.2–4.6, p=0.01), and used postmenopausal hormone replacement therapy (OR 2.88; 95% CI: 0.02–2.4, p=0.049) were identified as important risk factors associated with BC.
DISCUSSION AND CONCLUSION: This present study has determined national-based significant risk factors associated with BC. We can surely extrapolate that this study is one of the important briefs to support national and also worldwide risk models and screening programs.

8.Efficacy of Bipolar Radiofrequency Thermotherapy in Elderly Patients with Refractory Urinary Retention Due to Benign Prostate Hyperplasia: A Pilot Study
Hüseyin Koçan, Mustafa Kadıhasanoglu
doi: 10.14744/cm.2022.01212  Pages 35 - 38
GİRİŞ ve AMAÇ: İnvaziv tedavisi yüksek riskli, benign prostat hiperplazisine bağlı kronik üriner retansiyonlu yaşlı hastalarda bipolar radyio frekans termoterapinin etkinliği araştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Kliniğimizde 2017-2019 yılları arasında BPH’ya bağlı kronik üriner retansyonu kalıcı üretral katater ile yönetilen ve invaziv tedavisi yüksek riskli olan ortalama yaşı 79,92 yıl, ortalama takip süresi 10,69 ay, ortlama prostat volumu 62,92cc, ortalama prostatik üretra uzunluğu 31,38 mm olan,13 erkek hasta çalışmaya alındı.
BULGULAR: Bir hasta hariç, hiçbir hastanın kronik üriner retansyon yönetimi kalıcı üretral katatersiz başarılamadı. Tedavisi başarısız olan 2 hasta Trans Üretral Prostat Rezeksiyonu(TUR P) ile tedavi edildi. 1 hasta 6 ay sonra transfüzyon gerektiren prostata bağlı ciddi hematürisi gelişti. 1 hasta 3 ay sonra kardiyak sorunlardan ex oldu. 1 hasta 1 ay sonra kalıcı üretral kataterden kurtulduğunu çok menün olduğunu ifade etti.Bipolar Radio Frekans Tedavisi başarısız olan diğer hastaların kronik üriner retansiyonu kalıcı üretral katater ile takip edildi.
TARTIŞMA ve SONUÇ: İşlemin uygulanması güvenlidir fakat sınırlı hasta sayısıyla sunduğumuz Benign prostat hiperplazisine bağlı kronik üriner retansiyonlu, invaziv tedavisi yüksek riskli yaşlı erkek hastalarda bipolar radyio frekans termoterapinin kalıcı üretral katatersiz kronik üriner retansiyonu yönetmede etkinliği oldukça düşüktür.
INTRODUCTION: The prevalence of benign prostatic hyperplasia (BPH) will increase after the age of 40 years, with an occurrence of 8–60% at age 90 years. The presence of comorbid illnesses became the main reason for the selection of minimally invasive surgical techniques for the treatment of BPH. The aim of this study was to investigate the efficacy of bipolar radiofrequency (BRF) thermotherapy of refractory urinary retention secondary to BPH in patients with comorbidities.
METHODS: Between May 2017 and September 2019, the BRF thermotherapy system was used in 13 patients with permanent urethral catheter
requiring surgical treatment for BPH, who either could not undergo surgery due to their comorbidities. The outcomes of patients were retrospectively analyzed. The mean age of patients was 79.92±6.38 years (67–90). The mean prostate volume and prostatic urethra length of patients was 62.92±11 ml (43–80) and 31.38±11.02 (23–40) mm, respectively. The mean follow-up was 10.69 months.
RESULTS: A total of 13 patients were evaluated for success of treatment in eliminating the need for a permanent urinary catheter. Only one patient no longer required urinary catheter (0.76%). Two patients with unsuccessful treatment had transurethral resection of the prostate. One patient required blood transfusion due to severe hematuria 6 months after surgery. The other patients with unsuccessful BRF thermotherapy were monitored with permanent urethral catheter for refractory urinary retention.
DISCUSSION AND CONCLUSION: BRF thermotherapy is an alternative treatment modality for the patients with a high anesthesia risk. However, the level of efficacy of this technique for patients with refractory urinary retention due to BPH should be evaluated with high number of cases.

9.The Significance of Procalcitonin and Biomarkers for Patients Who are Treated in Intensive Care Unit with COPD Diagnosis
Onur Sarban, Ayça Sultan Şahin, Engin Ihsan Turan, Ziya Salihoğlu
doi: 10.14744/cm.2022.44946  Pages 39 - 43
GİRİŞ ve AMAÇ: Yoğun bakım ünitesinde takip edilen KOAH (Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı) tanılı hastalar %14-%41 arasında değişen yüksek bir mortalite oranına sahiptir. Bu nedenle bu hastaların takibinde mortalite ve morbiditeyi yoğun bakım yatışlarının erken döneminde tespit edebilecek belirteçler önemlidir. Biz bu çalışmamızda biyokimyasal belirteçlerin, KOAH tanılı hastaların yoğun bakım takibinde mortalite,kötü prognoz ve olası komplikasyonları öngörme başarısını değerlendirmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Yoğun bakım ünitesinde Ocak 2012 ve Ocak 2019 tarihleri arasında tedavi gören KOAH tanılı hastaların, demografik verileri, laboratuvar sonuçları, yoğun bakım süresinde aldıkları tedaviler, karşılaşılan komplikasyonlar, yoğun bakım yatış süreleri, mortalite ve morbidite oranları kaydedildi. CRP, prokalsitonin, beyaz küre ve laktat sonuçlarının mortalite ve komplikasyonları tahmin etmek için duyarlılıklarını tespit etmek amacıyla hastalar ''eksitus'' ve ''taburcu'' olarak iki ana gruba ayrıldı.
BULGULAR: Bu çalışmada, ''eksitus'' hasta grubunun “prokalsitonin 1. gün” değerleri ''taburcu'' grubuna göre istatistik olarak anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur (p<0,01). Prokalsitonin birinci gün değerleri ile GOLD (Global Initiative for Chronic Obstructive Lung Disease) kriterlerine göre KOAH evreleri karşılaştırıldığında aradaki ilişki istatistik olarak anlamlı bulunmuştur (p < 0.05). Trakeostomize bir şekilde taburcu olan hastaların yoğun bakıma yatırıldıkları gün ölçülen prokalsitonin değerleri istatistiksel olarak anlamlı şekilde yüksek bulunmuştur.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Çalışmamızda tek başına mortalite, morbidite ve komplikasyon gelişimini öngörmede en duyarlı belirteçin prokalsitonin olduğu bulunmuştur. Yoğun bakım yatışlarının ilk günü ölçülen prokalsitonin değerinin hastaların GOLD kriterlerine göre KOAH evreleri ile de uyumludur. Bu nedenle prokalsitonin sonuçlarının bu hasta grubunda prognoz öngörme açısından kullanılabileceğini düşünüyoruz.
INTRODUCTION: Patients with diagnosis of chronic obstructive pulmonary disease (COPD) in the intensive care unit have high mortality rate between 14% and 41%. Therefore, markers to predict mortality and morbidity in the early period of intensive care hospitalization are important for these patients. In this study, we aimed to evaluate the biochemical markers in predicting mortality, morbidity, and possible complications in the intensive care follow-up of patients with COPD diagnosis.
METHODS: Demographic data, laboratory results, treatments, complications, length of stay, mortality, and morbidity of COPD patients treated in
intensive care unit between January 2012 and January 2019 were recorded. To assess the sensitivity of C-reactive protein, procalcitonin, white blood cells, and lactate in predicting mortality and complications, patients were divided into two main groups as “deceased” and “discharge.”
RESULTS: In this study, the “procalcitonin 1st day” values of the “exitus” patient group were higher than the “discharged” group (p<0.01). Between “Procalcitonin 1st day” and “COPD stages according to Global Initiative for Chronic Obstructive Lung Disease (GOLD) criteria,” the relationship was statistically significant (p<0.05). Procalcitonin measured on admission day to intensive care unit of patients who are later discharged with tracheostomies were found to be statistically significantly higher.
DISCUSSION AND CONCLUSION: In this study, procalcitonin was found to be the most valuable biomarker in predicting mortality and morbidity. Procalcitonin levels measured on the day of hospitalization were found to be statistically associated with COPD stages according to GOLD criteria. Therefore, we think that for those kinds of patients, procalcitonin may be used as an early predictor of bad prognosis.

10.The Effect of Favipiravir Initiation Time on Intensive Care Unit Admission Rate and Disease Progression
Fatma Özdemir, Serpil Şehirlioğlu, Ülkü Aygen Türkmen, Nurdan Kamilçelebi, Melike Tezdönen
doi: 10.14744/cm.2022.03360  Pages 44 - 49
GİRİŞ ve AMAÇ: Koronavirüs hastalığı-2019 (COVID-19) için spesifik bir tedavi rapor edilmemiştir. Geniş spektrumlu antivirallerin kullanılması COVID-19 için tekrar gündeme gelmiştir. Biz COVID-19 tedavisinde FPV başlama zamanının yoğun bakım yatış oranına ve progrese etkisini araştırmayı amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Hastanemiz izolasyon servislerinde ve yoğun bakım ünitelerinde Mart, Nisan ve Mayıs aylarında favipravir kullanan 90 hastanın bilgileri retrospektif olarak tarandı. Semptom başlangıç zamanı göre; FPV başlangıç zamanı, yoğun bakım ünitesine yatış zamanı, exitus zamanı, şifa ile taburculuk zamanı kaydedildi. Ayrıca laboratuvar olarak; D-dimer, ferritin, CRP, WBC, lenfosit ve fibrinojen sayısı kaydedildi. Bu bilgiler eşliğinde FPV başlama zamanı ile hastalığın progresi üzerinde etkisi araştırıldı.
BULGULAR: Yapılan istatistiksel analiz sonucunda exitus (ex) olanların yaş ortalaması sağ kalanlardan anlamlı derecede yüksekti. Ex olan hastaların PCR pozitifliği sağ kalanlardan anlamlı olarak daha az bulundu. FPV başlangıcı için geçen süre arttıkça CRP düzeyindeki fark artmaktadır ve yoğun bakım ünitesinde yatış süresi artmaktadır.
TARTIŞMA ve SONUÇ: COVİD-19 pandemisinin sonuna gelindiğinin düşünüldüğü bugünlerde hala COVİD-19’un dünyada etkin bir tedavisi bulunmamaktadır. FPV ülkemizde büyük hasta grubunda kullanılmasına rağmen az sayıda çalışma vardır. FPV’in hastane yatış süresini azaltması, hastane yatak sayısının önemli olduğu pandemi günlerinde tedavi kolaylığı sağlamıştır. Bu yüzden FPV ile ilgili daha çok çalışmaya ihtiyaç vardır.

INTRODUCTION: No specific treatment has been reported for coronavirus disease-2019 (COVID-19). The use of broad-spectrum antivirals has come up again for COVID-19. We aimed to investigate the effect of favipiravir (FPV) onset time on intensive care hospitalization rate and progression in the treatment of COVID-19.
METHODS: The data of 90 patients who used favipiravir in the isolation wards and intensive care units of our hospital in March, April, and May
were reviewed retrospectively. According to symptom onset time, FPV onset time, hospitalization time in the intensive care unit, exitus time, recovery, and discharge time were recorded. In addition, as a laboratory, D-dimer, ferritin, C-reactive protein (CRP), white blood cell, lymphocyte, and fibrinogen counts were recorded. Using these data, the effect of FPV onset time on the progression of the disease was investigated.
RESULTS: As a result of the statistical analysis, the mean age of those who were exitus (ex) was significantly higher than those who survived. The PCR positivity of the patients who were exitus was found to be significantly less than the survivors. The difference in CRP level increases as the time taken for the onset of FPV increases. If FPV is started late, the length of stay in the intensive care unit increases.
DISCUSSION AND CONCLUSION: Nowadays, when the COVID-19 pandemic is thought to be over, there is still no effective treatment for COVID-19 in the world. The fact that FPV reduces the length of hospital stay has provided ease of treatment in pandemic days when the number of hospital beds is important. Therefore, more studies on FPV are needed.

11.Pressure Ulcer Formation in Patients with a Diagnosis of COVID-19 in the Intensive Care Unit and Affecting Factors
Eda Çiftci Karan, Songül Yıldırım, Demet Yurtsever
doi: 10.14744/cm.2022.02438  Pages 50 - 57
GİRİŞ ve AMAÇ: Araştırmada COVİD-19 tanısı ile yoğun bakımda yatan hastalarda basınç yarası görülme sıklığı ve etkileyen faktörlerin belirlenmesi amaçlanmıştır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif tanımlayıcı ve ilişki arayıcı tipteki araştırmada, İstanbul’daki bir kamu hastanesinin 36 yataklı 3. Düzey yoğun bakım ünitesinde COVİD-19 tanısı ile yatan 145 hastanın verileri değerlendirilmiştir.
Araştırmada verilerin toplanmasında; Hasta Bilgi Formu, Braden Basınç Yaralanması Risk Değerlendirme Ölçeği, Akut Fizyoloji ve Kronik Sağlık Değerlendirmesi II (APACHE II), Nutrisyonel Risk Değerlendirme (NRS- 2002), Glasgow Koma Skalası (GKS) kullanılmıştır.
BULGULAR: Hastaların yaş ortalamasının 63.37±16.85 yıl ve %60’ ının erkek olduğu belirlendi. Hastaların 14(%9.7)’ünde basınç yaralanması olduğu saptandı. Braden Risk Değerlendirmesinde 86(%59.3) kişi yüksek riskli, sedasyon süre ortalamasının 8.06±8.96 gün olduğu, 103(%76.3)’ü enteral beslendiği, 116(%80)’nda COVİD-19 dışında başka bir ek hastalığı olduğu belirlendi. Bunun sonucunda basınç yarası olan hastalarda hastanede yatılan gün, non invaziv gün sayısı, entübe olunan gün sayısı ve sedasyon gün sayısı basınç yarası olmayanlara kıyasla anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur. (p˂0.05).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Araştırma sonucunda basınç yarası olan hastalarda hastanede yatılan gün, non invaziv gün sayısı, entübe olunan gün sayısı ve sedasyon gün sayısının basınç yarası olmayanlara kıyasla anlamlı olarak daha yüksek olduğu, albümin ve hemoglobin değerlerinin basınç yarası olan hastalarda olmayanlara kıyasla anlamlı olarak daha düşük olduğu bulunmuştur.
INTRODUCTION: The objective of the study was to determine the incidence of pressure ulcers and the affecting factors in patients hospitalized in the intensive care unit with a diagnosis of COVID-19.
METHODS: This retrospective descriptive research was designed as a correlational study. In the study, the data of 145 patients hospitalized with a
diagnosis of COVID-19 in the 36-bed Third Level Anesthesia and Reanimation Intensive Care Unit of a public hospital in Istanbul between March 11, 2020, and June 08, 2020, were evaluated.
RESULTS: It was determined that the mean age of the patients was 63.37±16.85 years and 60% of them were male. Pressure injuries were detected in 14 (9.7%) of the patients. It was determined that 86 (59.3%) people were at high Braden risk, the mean sedation time was 8.06 ± 8.96 days, 103 (76.3%) were fed enterally, and 116 (80%) had an additional disease other than COVID-19. As a result, the number of hospitalization days, non-invasive, intubated, and sedation days were found to be significantly higher in patients with pressure ulcers compared to those without pressure sores (p<0.05).
DISCUSSION AND CONCLUSION: As a result of the study, it was found that hospitalization days, non-invasive days, number of days intubated, and sedation days were significantly higher in patients with pressure injuries compared to those without pressure injuries, and albumin and hemoglobin values were significantly lower in patients with pressure injuries compared to those without pressure injuries.

12.The Effect of Bone Density Measurement with Computed Tomography on Lumbosacral Fusion and Trajectory of Sacral Screw
Güray Bulut, Duygu Baykal
doi: 10.14744/cm.2022.07742  Pages 58 - 62
GİRİŞ ve AMAÇ: Lumbosakral bölgede yapılan füzyon cerrahisinde özellikle sakruma yerleştirilen vidanın gevşemesi sıkça görülen cerrahi bir sorundur. Bu çalışmanın amacı, lumbosakral bölgede posterior füzyon uygulanan hastalarda bilgisayarlı tomografi ile yapılan ölçümlerden elde edilen Hounsfield Ünitesi cinsinden kemik dansite ölçümlerinin yardımı ile vida gevşemesinin daha az olabileceği alanların belirlenmesi ve bu sayede sakruma yerleştirilen vidanın yönünün belirlemesinin, füzyon başarısı üzerine etkilerini incelemektir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Eylül 2017- Kasım 2020 tarihleri arasında kliniğimizde ameliyat edilmiş olan, farklı endikasyonlara bağlı olarak lumbosakral posterior füzyon uygulanan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelenmiştir. Hastalar, başvuru şikayetleri, nörolojik muayeneleri, tanıları, ameliyat öncesi dönemde ölçülen Hounsfield Ünitesi değerleri, ameliyat sırasında ve sonrasında gelişen komplikasyonlar açısından değerlendirilmiştir.
BULGULAR: Çalışmamızda 50 hastanın verileri incelenmiştir. En sık spinal stenozlu (n=23) olgular çalışmaya dahil edilmiştir. Sağ, sol ve korpus HU ölçümleri arasında farklılık bulunmaktadır (p<0,001). Alt grup analizlerde korpus HU ölçümlerinin (213.5) sağ (82.5) ve sol (80.5) ölçümlere göre daha yüksek olduğu belirlenmiş olup (sırasıyla p<0,001 ve p<0,001), sağ ve sol HU ölçümleri arasında ise farklılık olmadığı saptanmıştır (p>0,999). Cinsiyetler arası karşılaştırmada anlamlı fark saptanmamıştır (p>0,05). Hastalar ortalama 29.3±14.12 (10-48) ay takip edilmiştir.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Ameliyat öncesi bilgisayarlı tomografi ile hesaplanan Hounsfield Ünitesinin; normal, osteopenik ve osteoporotik sakrum bölümlerinin tahmin edilmesini; bu sayede, cerrahi başarısızlığa zemin hazırlayan vida gevşemesinin önüne geçilebileceğini düşünmekteyiz.
INTRODUCTION: Sacral screw loosening is a common complication after lumbosacral fusion surgery. This study aims to determine the locations where screw loosening may be less with the help of computed tomography (CT)-derived bone density measurements in Hounsfield units (HU) in patients undergoing posterior lumbosacral fusion and to examine the effects of determining the trajectory of sacral screw placement on fusion success.
METHODS: The files of patients who underwent lumbosacral posterior fusion for different indications in our clinic between September 2017 and
November 2020 were retrospectively reviewed. The patients’ admission complaints, neurological examination findings, diagnoses, pre-operative HU values, and intraoperative and post-operative complications were evaluated.
RESULTS: The data of 50 patients were analyzed in this study. The study group predominantly consisted of patients with spinal stenosis (n=23). There were differences between the HU values of the right and left vertebral facets and the corpus vertebra (p<0.001). The subgroup analyses revealed higher HU values in the corpus vertebra (213.5) than in the right (82.5) and left (80.5) vertebral facets (p<0.001 and p<0.001, respectively), with no difference between the right and left HU measurements (p>0.999). The comparison between genders showed no significant difference (p>0.05). The mean follow-up duration of the patients was 29.3±14.12 (range, 10–48) months.
DISCUSSION AND CONCLUSION: We are of the opinion that pre-operative CT-derived bone density in HU provides the prediction of normal, osteopenic, and osteoporotic sacral segments, thus preventing screw loosening, which paves the way for surgical failure.

13.The Factors Affecting Mortality in Delta and Non-Delta Variant Severe COVID-19 Patients
Burcu Gülşen Yaşar, Selen Zeliha Mart Kömürcü, Ebru Kaya, Utku Murat Kalafat, Serkan Doğan, Ayça Sultan Şahin
doi: 10.14744/cm.2022.92609  Pages 63 - 68
GİRİŞ ve AMAÇ: Delta varyantı ve delta varyantı dışı COVID-19(Coronavirus disease 2019) hastalarının delta varyant durumlarını, lenfosit, C- reaktif protein (CRP), ferritin, laktat dehidrogenaz (LDH) gibi kan tetkiklerini, PCR- döngü eşik değeri”cycle threshold” (Ct) oranlarını, aşılama durumlarını, invaziv mekanik ventilasyon (İMV) ihtiyaçlarınının mortaliteye etkilerini öngörmeyi amaçladık.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmamız Eylül 2021 ile Şubat 2022 tarihleri arasında 6 aylık dönemde Sağlık Bilimleri Üniversitesi İstanbul Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde Revers-Transkriptaz Polimeraz Zincir Reaksiyonu (RT-PCR) pozitif teyitli ve acil servisten yoğun bakıma yatan tüm COVID-19 hastalarının retrospektif çalışmasıdır.
BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 117 hastanın 59’unda delta varyantı, 58’inde delta varyantı dışı şiddetli akut solunum sendromu coronavirüs- 2 (SARS-CoV-2) saptadık. Hastaların 68’inde (%58,1) mortalite görülürken, 72’sine (%61,5) İMV desteği verildiğini tespit ettik. Hastaların 88’inin (%75,2) aşısız olduğunu tespit ettik. İMV desteği alan, mortalite görülen gruptaki hastaların lenfosit değerlerinin düşük, CRP ve LDH değerlerinin yüksek olduğunu saptadık. Hastaların PCR-Ct değerleri delta varyantı olanlarda 25,04±4,12 iken, delta varyantı dışı SARS-CoV-2 olanlarda ise 28,54±4,35 olup istatistiksel olarak anlamlı yüksek saptadık.
TARTIŞMA ve SONUÇ: Delta varyantı ile delta varyantı dışı SARS-CoV-2 hastaları arasında mortalite açısından anlamlı fark tespit edilmemiştir. Delta mutasyonlu hastalarda düşük PCR-Ct değerleri olmasına rağmen mortalitelerinde anlamlı fark yoktur. Ferritin, lenfosit, LDH ve CRP COVID-19 tanılı hastalarda mortaliteyi öngörmede kullanılabilir.
INTRODUCTION: We aimed to evaluate the effect of delta variant, blood tests such as lymphocyte, C-reactive protein (CRP), ferritin, lactate dehydrogenase (LDH), polymerase chain reaction (PCR)-cycle threshold (Ct) rates, vaccination status, and invasive mechanical ventilation (IMV) in predicting mortality in coronavirus disease-19 (COVID-19) patients.
METHODS: This study is conducted as a retrospective study of all COVID-19 patients with reverse transcriptase-PCR (RT-PCR)-positive confirmation
and hospitalization from the emergency room to the intensive care unit at the University of Health Sciences Istanbul Kanuni Sultan Süleyman Training and Research Hospital during the 6-month period between September 2021 and February 2022.
RESULTS: We detected delta variant in 59 of 117 patients included in the study and 58 patients had non-delta variant SARS-CoV-2. In-hospital mortality was observed in 68 (58.1%) patients. We found that 72 (61.5%) of the patients were given IMV support and 88 (75.2%) were unvaccinated. We found that patients who received IMV support and resulted in mortality had low lymphocyte levels and high CRP and LDH values. The PCR-Ct values of the patients were 25.04±4.12 in patients with delta variant and 28.54±4.35 in patients with non-delta variant SARS-CoV-2 and we found statistically significantly higher.
DISCUSSION AND CONCLUSION: There was no significant difference in mortality between delta variant and non-delta variant SARS-CoV-2 patients. Although patients with
delta variant have low PCR-Ct values, there is no significant difference in mortality. Ferritin, lymphocyte, LDH, and CRP can be used to predict mortality in COVID-19 patients.

14.The Treatment of COVID-19 and Severe Mental Illness Together: Comparing Clinical Features of Patients with Bipolar Disorder and Major Depressive Disorder
Özgecan Tuna
doi: 10.14744/cm.2022.36002  Pages 69 - 73
GİRİŞ ve AMAÇ: Akut bir duygudurum epizodu, psikotik bir epizod sebebi ile, ya da saldırganlık, kendine zarar verme, intihar düşünceleri gibi belirtiler ile psikiyatri servislerine yatırılarak tedavi edilmesi gereken kişilerde eş zamanlı olarak COVID-19 teşhis edilebilmektedir. Çalışmanın amacı COVID-19 olup, majör depresyon bozukluğu (MDB) ve bipolar bozukluk (BB) nedeniyle hastanede yatarak tedavi edilen hastaların klinik özelliklerini karşılaştırmaktır.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Çalışmaya COVID-19 kapalı psikiyatri servisinde yatarak tedavi edilen 60 BB ve 24 MDB tanılı olmak üzere 84 hasta dahil edilmiştir. İki grup, sosyodemografik veriler, kullanılan ilaçlar, psikiyatrik belirtiler, komorbid hastalıklar, progresyon (CALL) skorları, inflamasyonu ve tromboza yatkınlığı gösteren laboratuvar parametreleri yönünden karşılaştırılmıştır.
BULGULAR: BB ve MDB grupları arasında yaş ve cinsiyet bakımından anlamlı bir farklılık saptanmadı. Yatış endikasyonları incelendiğinde; MDB tanılı olgularda BB tanılı gruba kıyasla kendine zarar verme/intihar düşüncesi anlamlı olarak daha sık saptanırken (p = 0.024), ajitasyon/saldırganlık ve tedavi reddi oranı BB olan grupta anlamlı olarak daha yüksek saptandı (p = 0.001, p = 0.002). Laktat dehidrogenaz (LDH) ve ferritin düzeyleri BB olan hasta grubunda anlamlı olarak daha yüksek saptandı (p = 0.016, p = 0.032). Son olarak, CALL skorları açısından her iki grup arasında anlamlı bir farklılık gösterilmedi (p = 0.678).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Pandemi döneminde BB tanılı kişilerin, ajitasyon/saldırganlık/tedavi reddi gibi mani dönemi belirtileri nedeni ile yatarak tedavileri gerekebilir. BB, COVID-19 ya da hastalıkla ilgili zaten altta yatan inflamasyon ile inflamasyona yatkınlık oluşturuyor olabilir. Bu hastaların COVID-19 için tedavileri ve primer korunmaları özel bir önem arz ediyor olabilir.
INTRODUCTION: COVID-19 can be codiagnosed in people who need to be treated in psychiatry services with symptoms such as acute mood or psychotic episodes, aggression, and suicidal thoughts. The aim of the study was to compare the clinical features of patients with COVID-19 and major depressive disorder (MDD) or bipolar disorder (BD).
METHODS: Of 84 patients, 60 were diagnosed with BD, and 24 were diagnosed with MDD. Patients, who were treated in a psychiatry service for
COVID-19, were included in the study. The two groups were compared in terms of sociodemographic data, medications, psychiatric symptoms, comorbid diseases, progression (CALL) scores, laboratory markers of inflammation, and procoagulation.
RESULTS: There was no significant difference between the BD and MDD groups in terms of age and gender. While self-harm/suicidal ideation was found significantly more frequently in MDD patients compared to the BD group (p=0.024), agitation/aggression and treatment refusal rates were significantly higher in the BD group (p= 0.001, p= 0.002). Lactate dehydrogenase and ferritin levels were significantly higher in the BD group (p= 0.016, p= 0.032). Finally, there was no significant difference between the two groups in terms of CALL scores (p=0.678).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Cases diagnosed with BD may need hospitalization for manic symptoms such as agitation/aggression/rejection of treatment during the pandemic period. BD may pose a susceptibility to inflammation associated with COVID-19 or given the underlying inflammation associated with illness. The treatment and primary prevention of these patients for COVID-19 may be of particular importance.

15.Lamotrigine in the Prophylaxis of Migraine: Comparison of Effectiveness in Migraine with and without Aura in Patients with Depression and Anxiety Symptoms
Melek Özarslan, Emel Ur Özçelik
doi: 10.14744/cm.2022.49379  Pages 74 - 80
GİRİŞ ve AMAÇ: Migren ataklarının, özellikle de auralı migren ataklarının tedavisi zorlayıcı olabilir. Hem sık ataklar hem de tedavide kullanılan ilaçlar istenmeyen yan etkilere yol açarak bireylerin yaşam kalitelerini olumsuz etkileyebilmektedir. Bu çalışmada, hafif ve orta şiddette depresif ve anksiyete belirtileri olan auralı migren (MwA) ve aurasız migren (MwoA) hastalarında sodyum kanallarını bloke eden bir antiepileptik ajan ve duygudurum dengeleyici olan ve düşük yan etki profilli LTG'nin etkinliğinin araştırılması amaçlandı.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Prospektif, açık-uçlu, kesitsel ve uzun süreli bir doz titrasyonu çalışması tasarlandı. İki hafta süreyle 25 mg/gün, iki hafta süreyle 50 mg/gün ve gerekirse doz artırılarak 200 mg/gün'ü geçmeyecek şekilde kademeli doz arttırımıyla LTG tedavisi uygulandı. Altı aylık düzenli kullanımdan sonra doz azaltımı planlandı. Bu çalışma için etik kurul onayı alındı ve tüm katılımcılardan yazılı ve sözlü onam formu alındı.
BULGULAR: Çalışmada 128 migren hastasının verileri analiz edildi; MwA grubunda 78 kişi yer alırken, MwoA grubunda 50 kişi vardı. Tüm katılımcıların ortalama yaşı 36.1+9.64 idi. Her iki grupta da tedavi sonrası baş ağrısı (p <0.001) ve migren atak sıklığı (p <0.001), VAS skorları (p<0.001) ve MIDAS skorları (p <0.001) anlamlı olarak azaldı. Migren atak sıklığı, tedavi sonrası MwA grubunda MwoA grubuna göre anlamlı olarak daha düşük bulundu (p=0.008).
TARTIŞMA ve SONUÇ: LTG, MwA ve MwoA'nın profilaksisinde, özellikle depresif ve anksiyete şikayetleri olan ve yan etkilere tolerans sorunu olan hastaların tedavisinde bir alternatif olarak düşünülmelidir. LTG'nin etkinliğini kanıtlamak için randomize, çift kör ve plasebo kontrollü büyük ölçekli çalışmalara ihtiyaç vardır.
INTRODUCTION: Managing treatment of migraine attacks, especially migraine attacks with aura may be challenging. Both frequent attacks and drugs used for treatment may lead to some unwanted side effects which affect individuals’ life quality badly. This study aimed to investigate effectiveness of lamotrigine (LTG), an antiepileptic agent and mood stabilizer which has low side effects, that blocks sodium channels, in patients with migraine with aura (MwA) and migraine without aura (MwoA) who have mild-to-moderate depressive and anxious symptoms.
METHODS: A prospective, open-label, cross-sectional, and long-term dose titration study was designed. A slow dose-escalation was introduced
for LTG: 25 mg/daily for 2 weeks, 50 mg/daily for 2 weeks, and if needed dose increased, not exceeding 200 mg/daily. Dose tapering was planned for after the regular use of 6 months. Ethics Committee approval was obtained and written and verbal consent forms were acquired from participants.
RESULTS: The study comprised 128 migraineurs; 78 of them had MwA and 50 of them had MwoA. Mean age of all participants 36.1+9.64 years. In both groups; number of days with headache (p<0.001) and migraine attacks (p<0.001), visual analog scale scores (p<0.001), and MIDAS scores (p<0.001) significantly reduced after treatment. Migraine attack frequency was significantly lower in MwA than MwoA after treatment (p=0.008).
DISCUSSION AND CONCLUSION: LTG should be considered as an alternative in prophylaxis of MwA as well as MwoA, especially in treating patients with depressive and
anxious complaints and who have tolerance problems to side effects. Randomized, double-blind, and placebo-controlled large-scale studies are needed to prove efficacy of LTG.

16.Incidental Lumbar Spinal Magnetic Resonance Imaging Findings of Patients with a Prediagnosis of Degenerative Spinal Disease
Tuğba Moralı Güler, Ömer Faruk Ünal, Semra Işık
doi: 10.14744/cm.2023.43434  Pages 81 - 87
GİRİŞ ve AMAÇ: Spinal insidental lezyonlar, spinal görüntülemelerde rastlantısal olarak saptanan ve araştırılan hastalık dışında vertebral kolon ve spinal kanal içeriği ile ilgili birçok bulgu içerebilir. Bu çalışmada dejeneratif spinal hastalık ön tanısı ile yapılan lomber spinal MR incelemelerinde saptanan insidental bulgulardan, bu bulguların görülme sıklığından ve klinik öneminden bahsedilmektedir.
YÖNTEM ve GEREÇLER: Bu çalışmada 293 olgunun lomber spinal MR görüntülemeleri retrospektif olarak incelenmiştir. Çalışma kapsamına alınan hastaların yaşı, cinsiyeti, klinik bulguları, belirtileri, radyolojik görüntülemelerinde nöroşirurjikal açıdan cerrahi gerektirir patoloji olup olmadığı ve insidental tanı alan bulguları incelenmiştir.
BULGULAR: 293 olgunun %65,20’si (n=191) kadın, %34,80’i (n=102) erkek idi. Medyan yaş 57 yıl (minimum = 2yıl: maksimum =88 yıl) idi. İnsidental bulgu gözlenen hastalarda medyan yaş düzeyinin daha yüksek olduğu saptandı (P=0,011). Hasta yaşı ile insidental bulgu sayısı arasında da pozitif korelasyon saptandı (rs= 0,17; P=0,005).
TARTIŞMA ve SONUÇ: Günümüzde yaygın kullanılmakta olan radyolojik görüntüleme yöntemlerinde insidental spinal bulgular sık tespit edilmektedir
INTRODUCTION: Spinal incidental lesions include incidentally detected findings from spinal imaging which is related to the vertebral column or spinal components but are not related to the disease that is being investigated. In this study, we report the incidental findings detected in lumbar spinal. Magnetic resonance imaging (MRI) examinations performed on patients with a prediagnosis of degenerative spinal disease. In addition, the frequency and clinical importance of these incidental findings are discussed.
METHODS: The lumbar spinal MRI results for 293 cases were retrospectively examined. The age, gender, clinical findings, symptoms, radiological
images, and presence/absence of neurosurgical pathology that required surgery, and incidentally, detected findings were examined.
RESULTS: About 65.20% (n=191) of 293 cases were female and 34.80% (n=102) were male. The median age was 57 years (minimum=2 years: maximum=88 years). It was determined that the median age level was higher for patients with incidental findings (p=0.011). A positive correlation was found between the age of the patient and the number of incidental findings (rs=0.17; p=0.005).
DISCUSSION AND CONCLUSION: Incidental spinal findings are frequently detected with radiological imagings that are widely used today.

CASE REPORT
17.Importance of Early Medical Intervention in Bismuth Subsalicylate Intoxication
Gözde Altun, Mehmet Kızılkaya, Ayça Sultan Şahin
doi: 10.14744/cm.2022.21704  Pages 88 - 90
Bizmut kimyasal formülü Bi, kütle numarası 208,9 ve atom numarası 83 olan metalik grubu bir elementtir. +3 ve +5 değerlikli olmak üzere iki formda bulunur.. Bizmut subsalisilat, ranitidin bizmut sitrat, kolloidal bizmut subsitrat, bizmut vanadat ve bizmut subgallat bizmut tuzlarını oluştururlar. Bizmut tuzları, özellikle bizmut subsitrat ve bizmut subsalisilat (BSS) peptik ülser, fonksiyonel dispepsi ve kronik gastrit gibi durumların tedavisinde oldukça yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Bizmut intoksikasyonu hızlı tanı konulup tedavisine başlanması gereken acil bir durumdur. Literatürde bizmut intoksikasyonu bildirimi oldukça azdır. Bildirilen vakalarda ensefalopati, nefropati, osteoartropati, gingivostomatit ve kolit görülmüştür. Bizim olgumuzda suisid amaçlı 25 adet Bizmopen ® ve 250 mg amitriptilin içeren ilaç alımı olan hastaya hızlı yaklaşımın önemini sunmayı amaçladık.
Bismuth (Bi) is a metallic element with an atomic number of 83 and a molecular weight of 208.9 daltons. It is found in two valencies (3+ and 5+). Bismuth salts are bismuth subsalicylate (BSS), ranitidin bismuth citrate, colloidal bismuth subcitrate, bismuth vanadate, and bismuth subgallate. Bismuth salts, especially bismuth subcitrate and BSS, are commonly used for the treatment of peptic ulcer, functional dyspepsia, and chronic gastritis. Bismuth intoxication is an emergency situation that should be diagnosed and treated immediately. In databases, case reports about bismuth intoxication are quite rare and in these cases, encephalopathy, nephropathy, osteoarthropathy, gingivostomatitis, and colitis were observed. In our case, we aim to present the importance of a rapid treatment procedure for a patient who took 25 tablets of Bizmopen ® and 375 mg amitriptyline to commit suicide.